Tehlikeli Zümrütler
Harold MacGrath (4 Eylül 1871 – 30 Ekim 1932) Çok satan Amerikalı romancı, öykücü ve senaristti. New York’un Syracuse şehrinde doğmuştur. 1890’ların sonuna doğru Arms and the Woman isimli ilk aşk romanını yayımlayana kadar, Syracuse Herald gazetesinde muhabir ve köşe yazarı olarak çalışmıştır. İkinci kitabı The Puppet Crown 1901 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde en çok satan 7. kitap olmuştur. Bunun ardından MacGrath kendini tamamen aşk, macera, gizem, casusluk ve benzeri konularda kitaplar yazmaya adamıştır. Yılın en çok satan kitapları listesine üç romanı daha girmeyi başarmıştır. Aynı zamanda The Saturday Evening Post, Ladies Home Journal ve Red Book gibi büyük Amerikan dergileri için bir dizi öykü yazdı. MacGrath’in romanlarından birkaçı bu dergilerde seri halinde yayımlanmaya başladı ve 1932 yılında hayata gözlerini yumana dek bu dergilere katkıda bulunmaya devam etti.
Ezgi Uğur, 1995 yılında Kastamonu’da doğdu. Çocukluk yıllarından beri yabancı kültürlere olan ilgisini sürdürerek lise öğrenimini dil bölümünde tamamladıktan sonra İhsan Doğramacı Bilkent Üniversitesinde İngilizce-Fransızca-Türkçe Mütercim Tercümanlık bölümünden mezun oldu. Bugün İngilizce ve Fransızca dillerinin yanı sıra İspanyolca öğrenmeye devam etmekte, serbest çevirmenlik ve redaktörlük yapmaktadır.
Birinci Bölüm
Şehrin batısından gelen bir hızlı tren New York, Albany’de durdu. Barışın ilk yılında soğuk bir mart günüydü ve saat sabahın üç buçuğuydu. Şehrin üzerinde öyle yoğun bir sis tabakası vardı ki insanın yüzü ve elleri boncuk boncuk oluyor, yün kıyafetlerin üzeri peri masallarından çıkmış elmas tozlarıyla kaplanıyordu. İstasyonun ışıkları yıldızları aratmıyor, tıpkı onlar gibi belki doksan santimetre çapında belki de biraz daha fazla soluk altın sarısı bir hale görünümü ortaya çıkıyordu. İnen birkaç yolcu ve trenin kendisi, loş bir akvaryumda donuk bir balığın bulanık görüntüsünü andırıyordu.
Trenden inen yolcular arasında uzun siyah paltolu bir adam vardı, paltosunun yakalarını yukarı kaldırmıştı. İngiliz tarzında giyinmiş bu adam, başına melon bir şapka takmıştı. Elinde hırpalanmış bir İngiliz asker çantası sallanıyordu. Hemen istasyon duvarına doğru yürüyüp sırtını duvara döndü. Neredeyse görünmezdi. Diğer yolcuların geçip gitmesini bekledi ve trenin son vagonundaki kırmızı stop lambaları sisin derinliklerinde kaybolana kadar hareketsiz kaldı, sonra sokağa doğru koştu.
Peronun uzak ucuna doğru sislerin içinde beliren gölge, gitgide büyüyerek bir erkek siluetine dönüştü. Bu siluet böylesi kısa, tıknaz ve kalın bacaklı bir adama göre olağanüstü bir çevikliğe sahipti zira diğer adam bir taksinin yanında dikilirken o çoktan sokağa ulaşmıştı.
Aptal! Ne yapacağı anlaşılmamıştı sanki! Atlar, develer, eşekler, trenler ve gemilerle hep doğuya doğru yirmi beş bin kilometre giderek; Çin’den denizyoluna, oradan San Francisco’ya, oradan Amerika Birleşik Devletleri denen bu hayret verici ovaları ve şehirleri aşıp New York’a gelerek bu budala herif kaçabileceğini düşünmüştü! Hiçbir şekilde karşı koyamayacağı duvara doğru sürüklenirken uçtuğunu zannetti. Kapana kısılmıştı. Şimdiye kadar temastan kaçınmakta akıllılık etmişti. Sisin aşılması imkânsız bir pelerin görevi göreceğini düşünmek onun ilk aptalca hareketiydi. Bu sırada diğer adam taksiye girip taksiciyi uyandırdı.
“Otele sür,” dedi.
“Hangisine?”
“Fark etmez.”
“Pekâlâ bayım. İki dolar.”
“Vardığımızda ödeyeceğim. Hayır, bagaj yanımda kalacak.” Müşteri kıkırdadı. Balıkçının eli boş kalacaktı, av ağına takılmamıştı. Bu sis, cennetten gelen şefkatli bir yardım eli görevi görmüştü.
Beş dakika sonra taksi bir otelin önüne yaklaştı. Yabancı, taksiden indi; cebinden deri bir cüzdan çıkardı ve dikkatlice sayarak madeni parayla iki dolar yirmi senti şoförün avucuna boşalttı.
“Teşekkürler bayım.”
“Amerikalı mısın?”
“Elbette! Bu kasabada doğdum.”
“Memnun musun?”
“Anlamadım?”
“Amerikalı olmaktan yani.”
“Elbette memnunum! Bu büyük bir çamur parçası, inan bana! Az sonra kuruyacak ve tuğla gibi sertleşecek. Bir şey söyleyeyim mi? Eğer lastiği patlatırsa hesabı sana keseceğim!”
Şoför sırıtarak taksiyi tekrar çalıştırdı ve sisin içine doğru sürdü.
Geciken yolcusu taksiyi gözden kaybolana kadar takip edip gülümsedi. Belli ki bu da Amerika’nın doğulusuydu! Otele girdi. Kendinden emin bir şekilde resepsiyona doğru ilerledi ve koltukta uyuklayan görevliyi uyandırdı. Yabancı hiç çekinmeden kendine verilen kâğıda adını yazdı: John Hawksley. Ancak sıra ikamet adresine gelince Londra yazmadan önce birkaç saniye tereddüt etti.
“İkinci katta banyolu bir oda olsun lütfen. Saat yedide beni arayın.”
“Elbette efendim. Oğlum, eşlik et!”
Komi, uykulu bir halde, hırpalanmış çantayı alıp asansöre giden yolu gösterdi.
“Baniyo!” dedi görevli asansörün sürgüsü kayarken. “Baniyo! Bu beyefendiye!”
Biraz rahatlayana kadar bir daha kimsenin onu rahatsız etmeyeceğini umarak sandalyesine döndü.
Bilmiyorsak neyi umursayacaktık? Bize yabancı gelen, geçici bir fani gölgeden başka neydi? Her gün yanımızdan geçen Odise’ler, bizse hepsinden bihaberiz!
Görevli yeniden uyandığında henüz tam olarak uykuya dalamamıştı. Öfkeyle gözlerini açtı. Simsiyah kıllarla kaplı bir elden kocaman bir yumruk yükselip yere indi. Yumruğun sahibinin muazzam güçlü kolları ve omuzları vardı. Görevlinin uyku sersemi bakışları, karşısındaki adamın gözlerine denk gelince durdu. Çenesi, yanakları ve üst dudağı günde bir kez çok sert bir jilet kullanmayı gerektiren sakallarıyla kaplıydı. Opal taşı gibi parlak gözleri, kurşun şeklindeki kafası ve geniş delikli, tombul bir burnu vardı. Bu ikinci misafir şapkasını biraz daha aşağıda tuttuğundan bu mutaassıp adamın alnını görmek zordu. Ne tamamen sevimsiz ne de çok hoş biri olduğunu söylemek mümkündü, yüz yüze gelmek yerine etrafından dolanmayı tercih edeceğiniz bir insandı. Görevli kayıt için belgeyi uzattı ve bodur adam isim kısmına aceleyle bir şeyler karalayıp anahtarı kaptı ve asansöre koştu.
“Ah,” diye içinden geçirdi görevli. “Bay Poppy, yok Popo bizimle.” Emin olamayınca imzaya yakından baktı. “Anladıysam Arap olayım! Dominyon Günü’nden1 sonra içeceğimiz yeni meşrubat markasını andıran bir isim. Yunan ya da Bulgar. Neyse, baniyolu bir oda sormadı ama ihtiyacı varmış gibi görünüyor. Oğlum, gel!”
“Efendim?”
“Şu John Hancock’a bir göz at!”
“Vay canına! Boolzac denen içkiyi yapan adam bu olmalı.”
Görevli bir hışımla kalktı ama kominin kafasını kıl payı kaçırdı. Komi gülümseyerek ayağa kalktı.
“Iskaladın.”
“Pekâlâ. Biri daha gelirse dolu olduğumuzu söylersin. Güzellik uykuma yatamazsam yarın berbat halde olurum.” Görevli, yeniden koltuğuna gömülüp ayaklarını kaloriferin üzerine uzattı.
“Sana bir yastık getirmemi ister misin?”
“Bana karşılık verip durma!” dedi görevli uykulu bir şekilde.
“Ama hapı yuttun.”
“Ne?”
“Bu Boolzac denen herifin bagajı yoktu, sen de kapora bile almadan ona anahtarı verdin.”
“El bagajı bile mi yoktu?”
“Yok, yanında bir diş fırçası bile getirmemiş.”
“Eh, iş işten geçmiş. Ben de uyuyabilirim.”
Görevli, bodur adama Hawksley’nin bitişiğindeki odayı vermeyi