Winifred Stephens
Budizm Efsaneleri
Önsöz
Farklı düşüncelerle dolu Doğu zihninde yeşeren çeşitli dini öğretilerden biri olarak Budizm, Batılı insanın ilgisini gittikçe daha fazla çekiyor. Fedakârlık ya da merhamet aracılığıyla hafifletilmiş ödül-ceza sisteminden hoşnut olmayan modern Batı aklı, iyiliğin kaçınılmaz olarak iyilik, kötülüğün de kötülük getireceğini öğreten bir inancı desteklemeye meylediyor.
Yirmi dört yüzyıllık varlığı süresince en saygın inanç türlerinden biri olarak görülen Budizm, yaygınlığı ve takipçi sayısı göz önüne alındığında diğer inançların hepsini geride bırakıyor.
Budizmin özünde herhangi bir tanrı inancı yer almıyor, sonsuz bir ruhun varlığı da aynı şekilde yok sayılıyor; bu açıdan bir dine kıyasla, daha çok bir ahlak sistemini andırıyor. Budizm ve çok daha eski bir din olan Hinduizm arasındaki ilişki, Hıristiyanlık ve Musevilik arasındaki ilişkiyle karşılaştırılabilir. Hıristiyanlar, nasıl kendi dinleriyle Museviliğin tamamlandığını düşünüyorsa, Budistler de kendi inançlarını Hinduizmin doğal bir evrimi olarak görüyorlar. İleri sürülen görüşlerden birine göre1 Budizm, kendisinden çok daha eski dine dikkat çekici yenilikler getirmesine rağmen, Hinduizmle mutlak bir ayrılık yaşamadı. İsa, nasıl bir Musevi olarak doğduysa ve öyle yetiştiyse, Budizmin önderi Gautama2 da bir Hindu olarak doğup öyle yetişmişti. Pagan mitlerinden ve bayramlarından bazıları, zamanla nasıl Hıristiyanlığa geçtiyse, Hindu mitolojisindeki öğeler de – çok daha büyük bir derecede – Budist efsaneleriyle birleşti. Öyle ki bize anlatılana göre Gautama, yalnızca insanlara değil, aynı zamanda Hinduizmdeki tanrılara (veya Hinduizm-deki adıyla Devalara) da kutsal öğretilerini tebliğ etmek için gelmişti. Yazıtlarda da “kurtuluş şehrine giden yolda binlerce insana ve tanrıya yol gösterdiği” ya da “seksen bin ilaha gerçeği açıkladığı” yazıyor.
Homeros’un dünyasında olduğu gibi Budizmde de tanrılar ve insanlar yan yana yaşıyorlardı. Yine iki dünyanın ilahları da insanlara kıyasla çok daha iyi şartlara sahiplerdi.
Anlaşılan o ki Gautama, yalnızca Hindu mitolojisini değil, Hinduizmin evren teorisini de benimsemişti. En azından bu konuda, kendi teorisini geliştirmeye yeltenmediğini biliyoruz. Lakin takipçileri, onun ölümünden çok sonra çeşitli düşünce ekollerine3 göre evreni konu alan teoriler geliştirdiler ve bu teorileri ona atfettiler. Bu teorilerden bir tanesi, Gautama ve takipçisi Kasyapa arasındaki şu diyalogda görülebilir:4
“‘Ey Gautama! Yeryüzü neyin üstünde duruyor?’ diye sordu Kasyapa.
‘Yeryüzü, su çemberlerinin üstünde duruyor, ey Brahman.’
‘Peki ya su çemberleri, onlar neyin üstünde duruyor?’
‘Onlar da rüzgârın üstünde duruyor.’
‘Ey Gautama, peki rüzgâr neyin üstünde duruyor?’
‘Havanın üstünde duruyor.’
‘Peki, ey Gautama, hava neyin üstünde duruyor?’
‘Sen çok derini eşelersin, ey yüce Brahman, çok derini eşelersin. Hava hiçbir şeyin üstünde durmaz, ey Brahman; onun bir dayanağı yoktur.’”
Gelgelelim, batılılar olarak herhangi bir fiziksel ya da metafiziksel sistem için Budizmi kaynak alma ihtimalimiz olduğu pek söylenemez. Gautama’nın öğretisinin Batı dünyası için ilgi çekiciliği, iyi ve kötüye dair düşünceleriyle tesis ettiği davranış kurallarında yatıyor. Nitekim öğretilerinin, yaşadığı ve çalıştığı yer5 olan Hindistan’ın kuzeydoğusu başta olmak üzere, tüm Hindistan yarımadası ve sonrasında da çevre diyarlarda uygarlaştırma ve insanileştirme açısından müthiş bir etkisi olduğu yadsınamaz.
Gautama tarafından tebliğ edilen kurtuluş yolu, entelektüel ve ahlaki bir kültür sisteminden geçiyor. Bu sistem, herhangi bir tanrıya ya da dini figüre dua etmeye, herhangi bir kurban ya da çile geleneğine dayanmıyor; dışsal bir eylemin gerçekleştirilmesine değil, irade ve gayret yoluyla ulaşılan içsel dünyanın gelişimine odaklanıyor. Öğretilerinde, her insanın “kendi içini aydınlatacak bir ışık olması, yüzünü yalnızca hakikate çevirmesi ve kendinden başka kimseye sığınmaması” öğütleniyor.
Gautama’nın reforme edilmiş inanç sistemi, eski Hindu öğretilerinin düzenlenmiş bazı hallerini içeriyordu. Belki de bunlar arasında en dikkat çekeni, kast sisteminin reddedilmesidir. Büyük Budist Kral, yani bu eserdeki efsanelerde adı geçen Asoka, Buda Kanunu hakkında konuşurken hocası Gautama’nın izinden gitmişti:
“Söz konusu bir evlilik ya da davet olduğunda, kast sistemi göz önünde bulundurulabilir; ancak kanunları kast sistemine göre şekillendiremeyiz, zira kanun dediğimiz olgu erdemin sonucudur, erdem de sınıflara ayrılamaz… Gerçek bilginler için bir prensin ve bir kölenin bedeni arasında hiçbir fark yoktur.”
Gautama’nın öğretisinin Hinduizmden ayrıldığı bir başka nokta da tövbe amacıyla ağır kefaretlere başvurulmasının reddedilmesidir. Kefaret, eski inanca bağlı olanların kabul etmekte büyük zorluk çektiği bir meseleydi. Brahmanlar, kaliteli keten kumaşlar giyen ve yumuşacık divanlara uzanan Budist rahiplerle karşılaştıklarında, onların samimiyetini sorguluyorlardı.
Hindular, çok büyük ihtimalle Budizm öğretilerinin temel doğrularını kabul etmeye hazırlardı. Budizmdeki en önemli olgu olan Karma öğretisi, özünde gerçekten de Hindu inancındaki ruhgöçünün değişmiş haliydi; kurtuluş ve aydınlanmaya giden sekiz aşamalı asil yol sonucunda nihayet Nirvana’ya ulaşma inancı da Karma öğretisiyle yakından ilişkilendiriliyordu.
Elbette ruhun varlığını reddeden Gautama’nın, ruhgöçü düşüncesini kabul etmesi mümkün değildi. Bunun yerine karakterin göçünü, yani Karma öğretisini getirdi. Karma, evrende hüküm süren ahlaki güç olarak tanımlanır. Gautama’ya göre herhangi bir varlık – ister insan ister hayvan ister ilahi bir varlık olsun – öldüğünde ondan geriye yalnızca o varlığın Karması, yani zihinsel ve bedensel eylemlerinin sonucu kalıyordu. Her canlı, kendisinden önceki uzun varlık serisinin oluşturduğu Karmanın nihai sonucu ve vârisidir; söz konusu varlık serisi o kadar uzundur ki başlangıcı hesaplanamaz, sonu ise yalnızca dünyanın sonuyla birlikte gelecektir. Dolayısıyla bedensel ya da zihinsel, iyi ya da kötü, her türlü eylemin eninde sonunda bir ödülü ya da cezası olacaktır: Kötülük daha fazla kötülük, iyilik ise daha fazla iyilik doğurur; bundan kaçış yoktur. Harici hiçbir bir güç, hiçbir bedensel çile, keşişler aracılığıyla ya da bizzat adanan hiçbir adak, insan eylemlerinin meyvesini yok edemez. Kişinin eylemleri, mutlaka ya hoş ya da acı bir sona ulaşacaktır. Eylemlerin mükâfatının ya da cezasının yerini bulması asırlar sürebilir; ama sonunda mutlaka gerçekleşecektir. “Yüzlerce kalpa (çağ) gelip geçse dahi eylemler yok olmaz; zamanı geldiği vakit, tamamlanan her eylem, beden bahşedilmiş varlıklara meyvelerini getirecektir.” “İnsan ölür ve göçer; lakin ona ait iyi ya da kötü Karma (yani o kişinin yaptıkları), her insanın içinde hissettiği o yaşam hevesine benzer bir hevesle yaşar ve ölmez: Göçen kişinin karakterinin çoraklığına ya da faziletine göre, maddi âlemde daha acılı yahut daha huzurlu yeni bir varlığa dönüşür.”6
Bu kitaptaki üç efsane, kuvvetli bir biçimde Karma öğretisi etrafında şekilleniyor: Kral Asoka’nın oğlu Kunala’nın öyküsü, Kunala’nın çağdaşı Sundara’nın öyküsü ve Asoka’nın kardeşi Vitasoka’nın öyküsü. Kunala, daha önceki varoluşlarından birinde yıkık bir tapınağı onardığı için güzellik ve asil unvanlarla mükâfatlandırılıyor; ancak daha önceki bir yaşamında bir ceylan sürüsünü kör ettiği için de görme yetisinden mahrum bırakılmakla cezalandırılıyor. Benzer şekilde Sundara ve Vitasoka da önceki varoluşlarında gerçekleştirdikleri eylemlerin mükâfatları ve cezalarıyla karşı karşıya kalıyorlar.
Gautama, böylesi mutlak bir sebep ve sonuç kaçınılmazlığından tek bir kurtuluş yolu olduğunu söylüyordu. Bu çok dar patikayı yalnızca çok az kişi bulabilir. Lakin yedi aşamayı da geçmeyi başaran o ulu