Türkiye, Atatürk’ün vefatından sonra kendini yine bir dünya savaşının ortasında bulmuştu. Birinci Dünya Savaşı’nın yıkıcı etkilerini yakinen görmüş ve küllerinden yeniden bir ülke kurmayı güçlükle başarmış başta İsmet İnönü ve diğer devlet yöneticileri, barış yanlısı tarafsız bir politika benimsemiş ve bu sebeple İkinci Dünya Savaşı’na katılmaktan kaçınmışlardı. Atatürk henüz hayattayken yakın bir tarihte gerçekleşmesi muhtemel yeni bir dünya savaşını öngörmüş, her ne pahasına olursa olsun ülkesinin bu savaşa asla katılmaması ve asla taraf olmaması gerektiğini söylemişti. Onunla aynı görüşte olan İsmet İnönü de bu düşünce doğrultusunda ülkeyi yeni bir yıkıcı dünya savaşına sokmamış ve tarafsız kalmayı başarmıştı.
Savaşa katılmamış olsa bile savaş koşulları nedeniyle savunma harcamalarındaki artış, bazı temel ihtiyaç mallarının yokluğu ve hayat pahalılığı gibi etkenler, özellikle dar gelirli halk için oldukça zorlayıcı olmuştu. Yaşanan ekonomik sıkıntıları hafifletmek için hükümet tarafından birçok tedbir alınmış olsa da, savaşın yıkıcılığı karşısında bu tedbirler çok da başarılı olamamıştı. Aslında bu Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na fiilen katılmamış olsa da, savaşın ekonomik ve siyasi anlamdaki yıkıcı etkilerinden nasıl sert bir şekilde etkilenmiş olduğunun bir göstergesiydi. O dönemin belki de en unutulmaz anısı, bir çocuğun İnönü’ye “Bizi aç bıraktın,” diye şikâyette bulunması üzerine İnönü’nün “Sizi aç bıraktım ama babasız bırakmadım,” diye cevap vermesi olacaktı.
Savaş döneminde oluşan bu olumsuz ortam, vatandaşlar arasında tek parti yönetimine yönelik bir hoşnutsuzluğun doğmasına neden olmuş ve bu hoşnutsuzluk muhaliflerin de etkisiyle çokpartili hayata geçişin iç dinamiğini oluşturmuştu.
Çokpartili hayata geçişin dış dinamiğini ise doğrudan İkinci Dünya Savaşı’nın kendisi oluşturmuştu. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa’da, demokratik olmayan yönetimler yıkılmış, özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar daha çok ön plana çıkmıştı. Bu da Türk yurttaşlar arasında bu düşüncelerin hızla yaygınlaşmasına ve artık çokpartili hayata geçmenin vaktinin geldiği inancının artmasına yol açmıştı. Bunun yanında Türkiye’nin Birleşmiş Milletler’e girişi ve artan Sovyet tehdidi karşısında Batılı devletlerle yakınlaşmak istemesi, Türkiye’de çokpartili bir demokrasiye geçişin hükümet kanadında teşvikçisi olmuştu.
Türkiye’nin Batı’yla yakınlaşmak istemesi tek taraflı bir istek değildi elbette. Soğuk Savaş döneminde, Sovyet komünist rejiminin yayılmasından endişe duyan ABD, özellikle SSCB’ye yakın bölgelerde yer alan devletlerin Sovyet sistemine yakınlaşmasını engellemeye çalışmıştı. Bunun için ABD, demokrasi kavramını ön plana çıkarmış ve Sovyetlere karşı “Hür Dünya” sloganını geliştirmişti. Ancak ABD’nin bu yeni siyasi yaklaşımı, Türkiye’deki tek parti yönetimiyle ters düşüyordu. Bu nedenle 1947 yılında ABD kongresinde, “Truman Doktrini” görüşmeleri sırasında bu konuda önemli fikir ayrılıkları ortaya çıkmıştı. Türkiye’ye yapılacak herhangi bir yardımın amacının baskıcı rejimlere karşı demokrasiyi korumak olduğunu söyleyen bazı kongre delegeleri ile yapılacak yardımın Türkiye’deki otoriter rejimi daha da güçlendireceğini, bu nedenle Türkiye’nin yardım dışında bırakılması gerektiğini savunanlar arasında tartışmalar yaşanmıştı. Bu tartışmalar elbette Türk hükümeti tarafından da yakından izlenmiş ve Türkiye’deki politik gelişmeleri derinden etkilemişti. Bu dönemde Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ve CHP yönetiminde olan Türkiye, Batı dünyasına kabul edilebilmek için çokpartili bir döneme geçmenin gerekliliğini görmüştü.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü de çokpartili hayatın destekleyicisi olmuş ve savaşın zorunlu kıldığı şartlar ortadan kalktıkça çeşitli konuşmalarında ülkenin siyasal hayatında demokratik ilkelerin daha fazla yer tutması gerektiğini savunarak bir anlamda yakın zamanda çokpartili hayata geçişin sinyallerini vermişti. Zaten kısa bir süre sonra 1945 yılında Milli Kalkınma Partisi’nin ve ardından 1946 yılında CHP milletvekillerinden Celal Bayar, Adnan Menderes, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan gibi dönemin en etkin siyaset adamlarının Demokrat Parti’yi kurmalarıyla beraber Türkiye, nihayet çokpartili siyasi bir hayata tam anlamıyla geçmişti.
“Demokrat” sözcüğü halk arasında pek alışılmamış bir sözcük olduğundan, halk bu yeni partiye “Demirkırat” ismini vermişti. Kısa süre içerisinde Demokrat Parti ülkedeki pek çok farklı görüşten muhalifi çevresinde toplamayı başarmıştı. Görüşleri ve siyasi programları tam olarak bilinmeyen Demokrat Parti’nin halk tabanında gördüğü bu yoğun ilginin belki de asıl sebebi, savaş yılları boyunca yaşanan tüm sıkıntıların sorumlusu olarak dönemin tek partisi ve yöneticisi olan CHP’nin görülmesiydi. Bu nedenle insanlar çoğunlukla bir siyasi fikir ya da düşünceden kaynaklı olmaktan çok, Cumhuriyet Halk Partisi’ne duymuş oldukları tepkiden dolayı Demokrat Parti’ye yönelmişlerdi.
Çokpartili hayata geçişle birlikte CHP de artık çeşitli sorunlara karşı alacağı tutumlarda diğer partileri hesaba katmak zorunda kalmıştı. Yeni bir siyasi program belirleyerek faaliyetlerini seçmenin fikir ve isteklerine uydurmaya çalışmış; devrimci, akılcı ve ülkücü felsefesini değiştirmek zorunda kalmış; daha evrimci, ampirik ve faydacı bir felsefeyi benimsemişti.
Ancak ne yapılırsa yapılsın, CHP’nin halkın gözünde tek partili sistemin simgesi haline gelmiş olması, onu kaybetmeye mahkûm kılıyordu. Çünkü CHP’nin kazanması halinde kamuoyunda tek partili sistemin devam etmekte olduğu algısı devam edecekti. Beklenen oldu ve 1950 seçimlerinde Demokrat Parti çoğunluğun oyunu alarak iktidara geldi.
Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Celal Bayar cumhurbaşkanı, Adnan Menderes başbakan, Refik Koraltan TBMM başkanı ve Fuat Köprülü de dışişleri bakanı oldu. Demokrat Parti daha sonra 1954 ve 1957 seçimlerini de kazanarak, 27 Mayıs 1960 Askeri Müdahalesi ile hazin bir şekilde son bulacak on yıllık iktidarı boyunca, Türk siyasal tarihinde yeni bir dönüm noktası oluşturmuştu.
Özgürlük, demokrasi, eğitim reformları, ekonomik kalkınma için yatırımlar, köylünün kalkınması ve desteklenmesi, ibadet konusunda yasakların kaldırılacağı ve tüm bunların çok kısa bir süre içerisinde gerçekleştirileceği gibi söylemlerde bulunan Adnan Menderes’in Demokrat Parti’si, bu söylemler karşısında büyük heyecan ve beklentiye kapılan toplum tarafından kabul görmüş, iktidara taşınmıştı.
Ancak 1954 yılına gelindiğinde DP’nin iktidara gelmeden vaat ettiği icraatların büyük bir kısmını gerçekleştirmediği gibi rejime yönelik olarak da tehlike oluşturduğu düşünülüyordu. Menderes hükümetinin en çok eleştirildiği konular arasında dış borçların artması ve ödenememesi, dış ticaret açığının artması, tarihin en yüksek oranlı devalüasyonunun yaşanması, cumhuriyet döneminde kurulan fabrikaların özelleştirilmesi ve kapatılması sonucu dışa bağımlı iktisat programı, halk evleri ve köy enstitülerinin kapatılması, köylüye değil toprak ağalarına destek verilmesi, yabancılara petrol arama ve çıkarma izinlerinin verilmesi, Marshall yardımları, TBMM onayı olmadan Kore Savaşı’na asker gönderilmesi, seçim yasasını değiştirerek partilerin seçim öncesi ittifak yapmasını engelleyecek maddeler eklenmesi ile seçimlerde partisine haksız avantaj sağlaması, İstanbul’da gerçekleştirdiği geri dönüşü olmayan yıkıcı imar faaliyetleri, muhalif gazeteci ve yazarların hapse atılması,