Saint-Jacques Sokağı’nda oturuyorum. Hayatımı yeniden kurmaya çalışıyorum.
Güzel Sanatlar’dan veya Charles-Henri’den uzakta yalnız başıma kaldığımda kedere ve ümitsizliğe yenik düşüyorum. Bir zamanlar içinde var olduğum aşina mekân anlamını yitirmiş. Her şey anlamını yitirmiş. Bazen geceleri nefesimin daraldığını hissediyorum, boğazıma kaçan kıymıklar yüzünden boğulurmuşum gibi oluyor. Kan ter içinde uyanarak doğruluyorum. Soluğumun düzene girmesi zaman alıyor. Gözlerimi kapıyorum ve sabahın ilk seslerini işitiyorum. Bir çocuğun ağlayışı. Bir otomobilin uzaktan gelen kükreyişi. Sokakta aceleci adımlarla yürüyen biri. Balkonumda cıvıldayan bir kuş. Sıradan bir günün hayhuyuna ancak sonradan katılacak münferit sesler.
Penceremi açıp dışarı baktığımda gökyüzü dumansız bir mavi, hava cam gibi ince. Öne eğiliyorum ve meltem su gibi yalıyor tenimi. Halen beyaz tenliyim, annemin bir zamanlar olduğu gibi çilli değilim.
Annem. Artık toprak, artık gitmiş. Ya babam? Artık onu anlayabiliyorum. Hayali bir dünyada kendini kaybetti, çünkü gerçek kabullenilemeyecek kadar acıydı. Sonunda gerçeği kabullendiğindeyse çok geçti: Delilik dizginleri ele almıştı. Annemin tutuklanmasından sorumlu tutuyor muydu kendini? Evde kalsaydık, hiç dışarı çıkmasaydık o akıbetten kurtulur muydu?
Bu soruların cevaplarını asla bilemeyeceğim. Her gün soruyorum kendime ama asla bilemeyeceğim.
Bir şey fark etmezdi diyen çok kişi var. Şans dışında hiçbir şey sonucu değiştirmezdi. Oysa şans benim yanımdaydı, onların değil. Onları sevdim ve yitirdim. Neden? Doğru düzgün inanmadığım bir din yüzünden. Yahudilik başımın belası. Gel gör ki tenimde silinmez bir damga. Ne yaparsam yapayım ondan kurtulamıyorum. Ne kadar sert ovalarsam ovalayayım daima üstümde kalacak bir leke.
Hayatımda iyi adamlar ve kadınlar da var. Bonnet’ler ve Thibault’lar. “İyi insanları asla unutma,” dediğini duyar gibi oluyorum annemin. Onları asla unutma, hiçbir zaman ölülerin yerini tutamayacak olsalar da.
İngilizceyi akıcı konuşmaya başladım sayılır. Fransa’yı ve anılarımı geride bırakabilirim. Onları Seine’e fırlatıp boğulmalarını izleyebilirim. Oysa anılar asla boğulmaz. Daima yeniden yüzeye çıkarlar.
5
1945 sonbaharında babamın dükkânı başka birine satılıyor. Dış cepheyi beyaza boyayan ve dükkânın adını değiştiren bir adama. Satıştan elime geçen parayı Bonnet’lerle Thibault’lar arasında bölüştürüyorum. Bu ailelerin ikisi de hayatımı kurtardı. Kendime sadece ufak bir miktar ayırıyorum. Bu parayla Filistin’e gitmek için bir bilet alacağım. Hayal ettiğim üzere Londra’ya değil. Londra çok yakın. Daha uzağa, anılarımdan, annemle babamın hayaletlerinden uzağa gitmeye ihtiyacım var. Sonsuza kadar değil, sadece bir süreliğine. Roger ve karısı Catherine Filistin’de Fransızca öğretmenlerine ihtiyaç duyulduğunu bildiriyorlar bana. Catherine’in erkek kardeşi Samuel birkaç sene önce yerleşti oraya. Mimar olmuş ve mutluymuş. Ben de mutlu olabilirim. Süt ve bal diyarında hayatımı değiştirebilir, her şeye yeni baştan başlayabilirim. Catherine gemiye binmemi sağlayacak bir adam tanıyor. “Ama çok rahat bir yolculuk olacak zannetme sakın,” diye ekliyor. “Yeni mülteci kabul etmiyorlar artık.”
“Ne demek istiyorsun? Kim kabul etmiyor mültecileri? Yahudiler mi?”
Başını iki yana sallıyor. “Hayır. İngilizler. Kota koymuşlar. Olanlar düşünüldüğünde akıl alır gibi değil aslında bu yaptıkları,” diye homurdanıyor ağzının içinde.
“Filistin’e göç etmek yasadışı mı yani?
Tereddüt etti. “Yasadışı demeyelim de, usulsüz diyelim ona. İngiliz devriyeler tarafından durdurulabilirsin de durdurulmayabilirsin de. Ama buna değer. Alacağın riske değer.” Durup bana bakıyor. “Gemi Eylül’ün 17’sinde İtalya’dan kalkıyor. Yerinde olsam giderdim. Burada seni bekleyen hiçbir şey yok. Gençsin de. Koca bir hayat var önünde.”
Doğru ama onu bir kez daha tehlikeye atmayı ister miydim? Daha önce Filistin üzerine pek düşünmemiştim, çünkü Siyonist değildim. Ülkemi seviyordum ve onu terk etmek için asla bir neden görmemiştim. Aklımı çelen düşünce akımları edebiyatla ilgiliydi, Vaat Edilmiş Topraklar’la değil: Dada ve Sürrealizm, Sembolizm ve Varoluşçuluk. Bunlar çekiyordu ilgimi ve bundan vazgeçmeye de niyetim yoktu. “Neden vazgeçmek zorunda kalasın ki,” diyor Catherine. “Bildiklerini yanına al. Her zaman yazmak istediğin romanı yaz!”
“Bunu becerebilir miyim bilmiyorum,” diyorum ona. “Hâlâ yazmak isteyip istemediğimden de emin değilim ayrıca.”
“Oraya gidince fikrini değiştirirsin belki, ne belli,” diyor. “Hem o dejenere sanat okullarından uzakta olacaksın hiç değilse.”
Catherine ressamlara modellik etmemi hiç ama hiç tasvip etmiyor. Yabancılar için nasıl çırılçıplak soyunabildiğimi anlamıyor. Genel olarak sanatı da anlamıyor ya. Onun ne düşündüğünü umursamıyorum, çünkü ben neyin hoşuma gidip gitmediğini biliyorum. Öte yandan Filistin’de modellik yapma düşüncesi de doğrusu pek yatmıyor aklıma: Yabancı bir ülkeye gitmekle kendimi yeterince teşhir ediyor olacağım zaten, daha fazlasına hiç gerek yok.
Beni orada ne bekliyor acaba? Filistin hakkında hemen hiçbir şey bilmiyorum, tabii Akdeniz’in bizi ayırdığı gerçeği sayılmazsa. Ülkenin âdetleri konusunda beni aydınlatabilecek birilerini de tanımıyorum. Orada insanlar neler okur? Yabancı dilde kitap bulmak mümkün müdür? Ne yerler? İyi kahveleri var mıdır? Kaç dil konuşurlar? İnsanlar beni anlayacak mı?
Çok fazla soru var kafamda, yine de gitmek zorunda olduğumu biliyorum. Paris’ten olabildiğince uzağa yelken açmalıyım. Burada beni tutan hiçbir şey kalmadı, oysa Filistin’de bir amacım olacak. Benimle aynı kâbusu yaşamış başkalarıyla yolumun kesişmesi kaçınılmaz. Paris’teyse kimse yok. Sorbonne’dan eski arkadaşlarımla görüşmüyorum artık. Yakın arkadaşlarım vardı orada. Fakat birçoğu başka yerlere taşındı, kalanlar da benim yanımda diken üstündeymiş gibi görünüyorlar, sanki ben bu savaşın kurbanı değil de failiymişim gibi. Belki de ben aşırı yorum yapıyorum. Belki o tedirginlikleri bir rahatsızlıktan, benim acımı paylaşmakta güçlük çekmelerinden kaynaklanıyor, zira benim başımdan geçenler onların hayatta göğüsleyip göğüsleyebileceği her şeyden daha büyük. Arkadaşlarımdan hiçbiri annesini babasını kaybetmedi. Görünüşe bakılırsa yalnızca benimle konuşma yetilerini kaybetmişler. Savaş konusu bir tabu, tıpkı bir lanet gibi. O yüzden gece gezen kediler gibi birbirimizi görmezden geliyoruz.
Catherine bana yemek yapıyor, yarınki ayrılışımdan önce son akşam yemeğim. Patates ve havuç çorbası içiyoruz. Buğday kıtlığı olduğundan ekmek yeniden karneye bağlandı ama bize karaborsada ufak bir somun ekmek bulmayı başarmış. “Bugün dükkânda bir greyfurt gördüm,” diye bildiriyor heyecanla. “39’dan beri gördüğüm ilk greyfurt.”
Bir sürahide sulandırılmış beyaz şarap var. Tadı ilaç gibi, yine de içiyoruz. Roger eve geç geliyor. Ona yeni bir iş teklif edebilecek bir yayınevinde çalışan biriyle toplantısı vardı. Roger savaştan önce editördü. Bir süre Direniş saflarında yer aldı ve hücresi Almanlara ifşa olmadan kaçmayı başardı. Fakat kaçak olduğu sırada tüberküloza yakalandı, o zamandan beri de sağlığı iyi değil. Çok öksürüyor ve solgun görünüyor. Doktora verecek paraları yok, hem zaten Roger doktorlardan hazzetmez, o yüzden paraları olsaydı da fark etmezdi. Yemek boyunca öksürüyor ve gülünce hırıldıyor. Tatlı niyetine hepimiz birer Gauloises