Yazar Hakkında
1970 yılında İstanbul’da doğdu. Daha okumayı öğrenmeden kitapları eline aldı ve o zamandan beri bırakmadı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümünden mezun oldu. 1992 ve 1996 yıllarında iki kez Amerika’da bulundu ve bu sırada California Üniversitesi’nde İngilizce öğrenimi gördü. Yazmayı hep istedi, ama doğru zamanın gelmesini bekledi. Doğru zaman ise İtalya’ya yerleşmesini bekledi! 1997 yılından beri İtalya’da yaşıyor. İlk kitabını 2003 yılında yazdı.
İtalyancadan dilimize kitap çevirileri de bulunuyor.
Yazara [email protected] adresinden ulaşabilirsiniz.
GEZGİN DEDEKTİFLER DİZİSİ (5 kitap)
• Eski Evin Kiracıları • Palmiye Sokak No. 5 • Macera Peşinde
• Safir Taşlı Maske • Tapınaktaki Sır
HUYSUZ, SAKAR VE YALNIZ BAY KUŞ’UN ANILARI (4 kitap)
• Pigretto’daki Anıları • Letargo’daki Anıları
• Monelo İlkokulundaki Anıları • Isola’daki Anıları
Tüm bayıltma girişimlerimi dimdik ayakta atlatan, sınırsız coşkumu sükûnetle paylaşan ve benden desteğini hiç esirgemeyen sevgili editörüm Hülya Şat başta olmak üzere, kitaplarımda emeği geçenlere teşekkürlerimi sunarım.
Eğer onlar olmasaydı, yazdıklarım kitaplara dönüşemezdi…
OKURA NOT
Bu kitaptaki olaylar gelecek bir zamanda geçtiği için henüz gerçekleşmedi. Ama Rauf adında bir çocuk gerçekten var ve İstanbul’da yaşıyor. Üstelik hayatım boyunca, ondan daha çok kitap okuyan bir çocuğa rastlamadım. İşte tam da bu yüzden serinin adı “Rauf ve 2125’liler Kulübü.”
1. BÖLÜM
GÜMÜŞ HALKA SOKAĞI’NDAKİ EV
Gümüş Halka Sokağı’na kıvrılan araç, yerden iki karış yükseklikte kayarcasına, sessizce yol alıyordu.
Sabahın ilk ışıkları yol kenarındaki birbirinden değerli yağlı boya tabloları aydınlatırken, etrafta çıt çıkmıyordu.
Tablolar ısı geçirmeyen camla korunuyordu. Son yirmi beş senedir çoğu müzeler, sanat eserlerini yüzlerce yıllık binaların duvarları arasından çıkarıp gün ışığı altında sergilemeye başlamıştı. Yalnızca tablolar değil, heykeller, hatta ünlü kişilere ait antika değeri olan mobilyalar bile özenle korunarak sokaklarda sergileniyordu. Yol boyunca, havada asılıymış gibi duran tahta bir sandalye, bronz çerçeveli bir boy aynası, eski başkanlardan birine ait bir heykel göze çarpıyordu.
Özel bir taşımacılık şirketine ait kurye, köpeğiyle koşmakta olan bir çocuğun resmedildiği tabloya bakarken, 2135 model tek kişilik arabasını durdurdu. Zarfın üstünde yazan adrese varmıştı.
Arabanın kapısı sokağın sessizliğiyle uyum sağlarmışçasına açıldı. Taşıt, camdan yapılmış büyük bir tekerleğe benziyordu. Her iki yanını doksan derecelik açıyla saran mavi bir ışıkla renklenmişti.
Kurye araçtan inerken, hiç böylesine küçük bir posta teslim etmediğini düşündü. Genellikle büyük boydaki ev eşyalarının teslimatını yapardı. Bir süre elindeki zarfı nereye bırakacağını bilemeden evin önünde bekledi. O sırada, yer yer paslanmış, yeşil renkli metal posta kutusu gözüne ilişti. Genç kurye buna benzer eski bir kutuyu, önceki yüzyılda çekilmiş filmlerden birinde görmüştü. Kutunun ne işe yaradığını biliyordu. Eski bir depoda beklemekten iyice yıpranmış ve yer yer sarı lekelerle kaplı zarfı, kapının yanındaki bu kutunun içine bıraktı. Böylesine erken bir saat olmasa kapıyı çalar ve zarfın alıcısıyla tanışmak isterdi. Tuhaf ve yaşlı bir insan olduğu kesindi. “Hangi çağda yaşadığını sanıyor?” diye kendi kendine söylenerek geri döndü.
Arabasına bindiği sırada, içeride hava durumundaki son değişikliği bildiren bir anons duyuldu. Yedi şiddetindeki sağanak yağışın başlamasına tam olarak on iki dakika yirmi dört saniye kalmıştı. Kurye, merkez ofise dönene dek anons defalarca tekrarlandı. Oysa genç kurye anonslara dikkat bile etmedi. Yol boyu, bu tuhaf teslimatı arkadaşlarına nasıl abartarak anlatacağını düşündü. Yağmurun başlamasına sadece on saniye kala ofisten içeri girmişti.
Zarfın üstünde el yazısıyla “Rauf” yazıyordu, bir de sokağın ismiyle evin numarası. Gönderene ait hiçbir bilgi yoktu, ne bir isim ne de bir adres. Rauf ise kuryenin sandığı gibi yaşlı biri değildi, sadece on iki yaşındaydı. Ama tuhaf bir çocuk olduğu söylenebilirdi. Anne ve babasıyla birlikte Gümüş Halka Sokağı’nda oldukça eski bir evde yaşıyordu.
Nesillerdir Rauf’un ailesine ait olan ev, sokaktaki diğer evlerden, hatta şehirdeki diğer evlerden çok farklıydı. 1878 yılında inşa edilmişti ve bazı ülkelerin tarihinden bile daha eskiydi.
Ev dört katlıydı, ancak dışarıdan yalnızca üç katı görünüyordu. Yer altına yapılmış ve artık mahzen olarak kullanılan kat, eve gizemli bir hava veriyordu. Aslında savaş zamanında sığınak görevi görerek pek çok kişinin hayatını kurtarmıştı. Çatı katı ise küçük, yuvarlak penceresinden sızan ışıkla aydınlanıyordu. Pencerelerini örten yeşil tahta kepenkler evin eskiliğini daha çok vurguluyordu.
Evin ön ve yan cepheleri taştandı. Arka cepheyse beyaza boyanmış betonarmeydi ama asi sarmaşıklarla kaplı olduğundan duvarın rengi anlaşılmıyordu. Bahçenin çevresini saran neredeyse dört metre yüksekliğindeki ağaçlar, yoldan geçenlerin meraklı bakışlarını engellemeye yetmiyordu. Dalları aralamaya çalışıp eve göz atmayı deneyenler bile oluyordu. Çünkü bu tür yapılar çok uzun zamandır inşa edilmiyordu. Hatta yüzyıllara meydan okuyup ayakta kalmayı başaranların pek çoğu ya restore edilerek modern çağa uyum sağlamış ya da tarihî eser olarak koruma altına alınmıştı. Artık betonarme ve taş evler yerlerini, ısı ayarlı camdan yapılma çok katlı binalara bırakmıştı.
Rauf güneş ışığının yer yer çatlamış kepenklerden içeri sızmasıyla gözlerini açtı. Yataktan kalkmaya hiç niyeti yoktu. Örtüyü alnına kadar çekti. Siyah saçları iyice dağılmıştı. Ağzını sonuna kadar açarak esnedi. Yaşadıkları evi inşa eden nesiller önceki büyükbabası Rauf’la aynı adı taşıyordu. Ancak babasının sık sık söylediği gibi siyah saçları ve yeşil gözleri dışında benzer hiçbir yanları yoktu.
Büyükbaba, zamanında ülkenin en köklü üniversitelerinden birinde fizik profesörlüğü yapmıştı. Disiplinli ve çok çalışkan olmasıyla tanınmıştı. Bu evde oturuyor olmalarını bile ona borçluydular. Daha geçen gün babasının annesine nasıl yakındığını duymuştu.
“Böylesine bir insanla aynı adı taşımak büyük bir onur, ama ne yazık ki Rauf bunun farkında değilmiş gibi davranıyor. Zeki olduğu çok açık, ama nedense zekâsını gereksiz şeylere harcıyor. Arkadaşları da onun gibi. Zamanlarını boşa geçiren bir grup çocuk!”
Üstelik babasının son zamanlarda işleri de yolunda gitmiyordu. Sahibi olduğu seyahat firması gün geçtikçe değer kaybediyordu. Gelişmiş haberleşme araçları yüzünden artık çok az insan uçakla yolculuk ediyordu. Bu yüzden uçaklarının bir kısmını elden çıkarmak zorunda kalmıştı. Bir de yeni türeyen şu rakip şirket vardı. Yolcu taşımacılığında çağ atlatacağı söyleniyordu. Yalnızca söylentiler bile işlerin azalmasına yol açmıştı. Sonrasını düşünmek bile istemiyordu.
Aslında Rauf, babasının sözlerini umursamıyor gibi görünse de içten içe üzülüyordu. Doğrusu, zamanının çoğunu arkadaşlarıyla geçiriyor olsa da görevlerini aksatmıyordu. Okuldaki durumu da hiç fena değildi. En azından Rauf böyle olduğunu düşünüyordu, ama babasının kendisiyle aynı fikirde olmadığı kesindi.
Yataktan kalkması biraz zaman aldı. Uykusu bölünmüştü. Şu herkeste olan uyku ölçen bilekliklerden almayı çok istiyordu. Sabahları dinç olarak güne başlamanın en kolay yoluydu. Herkesin uyanmaya en uygun olduğu anı belirleyip sinyaller gönderiyordu. Uyku mahmurluğuna son vermişti; kullananlar öyle söylüyordu. Ancak Rauf’un bu sıralar böyle teknolojik bir ürüne ayıracak parası yoktu. Babasının işleri bozulduğundan beri her zamankinden