“Bir de geçit mi var?”
Cipin motorunu durduruyor, bir daha çalıştıramayacağını düşünüyor olmalı ki bundan hiç memnun değil. Şoförün sinirli davranışlarından bu durumu hiçbir şekilde öngörmediğini anlıyorum. Aslında saygı duymam lazım. Adamın fedakârlığı üst seviyede ve dönmek zorunluluğu karşısında kendini tehlikeye attığı belli oluyor. Tipi böyle devam ederse, gideceğimiz yerden cipe bile dönmesi zor. Dönse bile yeniden çalıştırabileceği şüpheli.
“Gorhma, garın içinde geçit var. Goy açıhtan gitmeye uzah… Geçidin yerini goyun adamı bilir. Zere ehteyaca göre oluşur, av için, odun için, gor ki nerde? Kesin yahınlara gadar gelmiştir. Ama üstü magara gibi gapalı. Baharah yerini bulamah. Ama yürürkene denk gelir kesin, içine düşerik.” Bunu söylerken, cipten çıkardığı uzun çubuğu sertçe birkaç kere kara saplıyor. Düşmek karşısındaki tek önlemimiz bu.
Maahe ilkel bir buluş. Bağlaması çok kolay ama alternatifi olabilir mi bilmiyorum. O kadar eski ki sadece bana verdiği takım bile birkaç kuşaktır kullanılıyor olabilir. Binlerce yıldır değişmeden kullanılmış, binlerce yıl daha da kullanılacak, zamanı göreceli olarak durduran alternatifsiz bir keşif. Evrenin başka bir yerinde karda yürümek gerekiyorsa maaheden başka kullanacak bir alet gerekmez. Bir de çubuk… Geliştirilme veya değiştirilme ihtiyacı yok. Bağlayıp kalktığımda, şoförün, bakışlarıyla becerikliliğimi takdir ettiğini zannediyorum önce, sonra bir ucunu kendi beline bağladığı ipi bana işaret ettiğini anlıyorum, “Dipi hızlanır da geçidi bulamah diye.” Tipinin, bu ipi iki ucunun birbirini göremeyeceği kadar hızlanabileceğinin işaretini bu şekilde alınca, diğer ucunu da kendime bağlıyorum.
Demek ki bu ihtimal de çok uzak değil. Tipide kaybolmak…
Kar
Yola koyuluyoruz. Ben, bedensiz bir gölge gibiyim ardında. İnsanın iki adımı arasında milimetrik fark var. Bir adım çok küçük bir oranla diğerinden uzun basıyor. Yeterince uzun bir yürüyüşte insan ister istemez çember çiziyor. Bakışla fark edemeyeceği ve engelleyemeyeceği bir çember, milimetrik farkların toplamından oluşan ve belki de pergel hassaslığında, çapı büyüdükçe kusursuza ulaşan dev bir çember. Belki altın oranda bir helezon. O yüzden insan başladığı yere geri dönüyor. Bilmediğiniz bir rotada düz bir doğrultuda ilerlemek bu nedenle imkânsız. Gördüğümüz bir ereğe gidilebilir. Ancak tipi bizi kör ettiğinde sapmaya engel olamayız. Dört beş kilometredeki sapma, kör yürüyüşte köyü ıskalamamıza yol açabilir.
Birkaç adımda alışıyorum ayağımdaki raketlerin yürüme tekniğine. Dizleri biraz daha yukarı çekerek yapılan asker yürüyüşü bu. Yorucu olacak. Bu arada sapmayı nasıl engelleyeceğime kafam takılıyor. Her yüz adımda bir yönüme on derecelik bir eğim versem düz bir doğrultuya nispeten daha doğru gidebilir, çemberi engelleyebilir miyim? Ama bunu yapabilmek için hangi adımımın milimetrik olarak uzun bastığını bilmem lazım. Bunu anlamak için kaç adımı ölçmek ve karşılaştırmak gerekir? Bunların ötesinde, bu derdimizin şoföre anlatılması gerekiyor.
Yamaçlardaki kayalar ve ağaçlar tipiden dolayı çoktan görünmez olmuşlar. Tasmaya bağlı köpek gibi, ipin çekiştirmesiyle şoförü takip ediyorum. Hızımızı ayarlayan o. On adımda yaptığımız hareket, terin etkisiyle donma emareleri veren vücudumu toparlıyor, üşüme hissi biraz olsun kayboluyor. Bu bir dağ gezintisi olsaydı çok keyifli olabilirdi. Ama yaşamak için ulaşmak zorunda olduğumuz bir yer var.
Durmak; donmak ve ölüm demek, yürümek yine de yaşam değil.
Elli metre bile ilerlemeden arkaya bakıyorum. Cipimiz tipide çoktan yok olmuş. Hâlâ vazgeçebilirim. Biraz gururum kırılabilir ama şoförü ikna etmek zor olmaz, diye düşünüyorum. Evet, yapmam gereken bu. Ben böyle bir idealist değilim, iş işten geçmeden kararımı bildirmek zorundayım. Ama bu defa da dönüş yolunda yapacağımız sapma aklıma takılıyor. Bir metre önümüzü göremediğimiz tipide milimetrik adım uzunluğu farkıyla cipi ıskalarsak, tam daireyi tamamlayıp başladığımız noktaya ulaşma şansını yakalayamadan donmuş oluruz. Köyü ıskalamadan gitmek ise daha olası.
Birden dengemi kaybediyorum, öne doğru yalpalayıp doğrulmaya çalıştığım sırada kafam şoförün arkasından iki bacağının arkasına giriyor. Adam bunun üzerine can havliyle “Mılleeey!” diye bağırıyor. Anlayamıyorum bu kadar basit bir harekete böyle sert bir tepki göstermesini. Sonra bir daha bir daha bağırıyor: “Mılleeeey!” Bu ne demek şimdi, abarttığını düşünüyorum. Kusura kalma ama altı üstü ayağım takıldı diyeceğim ki, bağırtısının asıl anlamı çözülüyor, “Az dağa cipi size satacadım, nerde galdınız?”
Doğrulup ileri baktığımda, birkaç metre kadar önümüzde karın içinden fırlamış yuvarlak karaltıyı hayal meyal seçiyorum. Karaltı hareket etmese bunun bir kafa olduğunun anlaşılması olanaksız. Taş zannedip geçilebilir. Daha ötesi zaten görünmez durumda. Şoförün ise algıları şartlanmış, yüzü neredeyse tamamen örtülü bu kafanın sahibini bile tanıyabiliyor. Bağırdığı onun ismi. Kafa hareket ettiğine göre kopmamış. Sadece kafanın bağlı olduğu beden karın altına gömülmüş. Bahsettiği geçitten dışarı çıkmaya çalışan biri var.
Biz ulaşana kadar bedenin yarısını çıkarabilmiş kardan, şoför ellerinden tutup çekiyor. Bu bir çocuk… Kalın kışlıkların altında kaybolmuş ve tanınmaz halde bana göre. Maahesi yok, zorlanıyor karın üstünde, her adımında dizlerine kadar gömülüyor. Minik beden üst üste kıyafetlerle, ıslak keçeden bir top gibi görünüyor.
Şoför de ben de arkasından gelecekleri bekliyoruz. Delikte ne başkası var ne de şoförün bahsettiği katırlar. Göbeklerine kadar gömülmüş katırları tek görme şansını bu şekilde kaybediyorum.
“Bir başına mı geldin la?” şoför şaşkın.
Kıyafetlerin altından anlaşılmaz bir ses geliyor, homurduyor. Yüzündeki yün kar maskesini sıyırınca dediğini anlıyoruz, “Bir şey oldu, Mello Dayı!” İşte bu, şoförüm, Melih. Neden aklımda kalmaz bu isimler?
Çocuk bir süredir maskesinin altından konuşmaya devam ediyor olmalı, otomatik tüfek gibi. Hikâyesinin başını bu sebeple kaçırmışız, Melih sinirleniyor, “Dur! Dur hele lan, ne oldu? Bi daha anlat hele!”
“Ümmüşani Eme’ye bir şey olmuş, heber geldi, harmandan sizi gördüh ama herkes goşarah oraya gitti. Garşılamaya beni saldılar.”
“Selo’nun gelini mi? Ne zaman oldu? Alla Allaa! Ne oldu ki?”
“Vallaha bilmiyom, dün ahşamdan beri gayıpmış zati, öyle dediler.”
“Vah vah, merah da ettim şimdi ama galamam. İnşaallah önemli bir şey değildir. Dönüyom ben. Cip donar galır yohsa. Örgetmen beyi götürürsün, sağa emanet.”
Önemli bir konudan bahsettiklerini anlıyorum, soğuk an be an içime işliyor. Zaten gideceğim yer orası, çocuğu çıkardığımız küçük delikten içeri dalıyorum. Öyle kötü üşüdüm ki Melih’i unutuyorum bir an. Kabalığım, havadayken aklıma geliyor. Ayağımı basar basmaz bağırıyorum, “Sağ olasın, Melih usta!” pek zannetmiyorum ama umarım duymuştur. Çocuk da bir süre sonra içeri süzülüyor ardımdan. Adamın fedakârlığıyla benim yaptığım hiç örtüşmedi, utanç duyuyorum. Neyse ki çocuk kızardığımı görmüyor ve aslında niye