Sesim daha büyük bir korkuyla çatallanıyor, köyümüzün adı bu değil çünkü. “Yuharı Yazı?” aynı telaffuz hatasını yapmamı engelleyemiyorum. Ama belki de yuharı diye bir kelime vardır. Köye kadar gitmeyecek miyiz yoksa? Bunu yeni öğreniyorum.
Şoför ağzımdan çıkmayan soruları yanıtlıyor, “Az bi yol galıyor, Aşagı Yazı’dan sonra goy çuhurda galdığından cipin oraya girmesinin mümkünatı yoh!” Demek ki doğrusu yukarıymış ama belki de aşagı diye bir kelime de vardır.
Bu adamlar için o kadar doğal ki bu şartlarda hareket etmek. Birkaç günde gözlemledim bunu. Tüm bu yaşadıklarında bir aksaklık görmüyorlar. Geldiğimden beri hissettirdiler bunu bana. Karda, donda yapılacak bir saatlik yürüyüşten, basit bir iş olarak bahsediyor. Beni bırakıp gidecek adam dağın başında, bir başıma! Karda kalmak! Ama o an başka bir husus geliyor aklıma; karda gitmek! Karla kaplı arazide yalnız yürüyüp, kara gömülü bir köyü nasıl bulacağım, aynı utangaçlıkla soramıyorum. Küçük düşürücü bir cevapla karşılaşmak nedense daha kötü geliyor. Neyse ki anlatmaya devam ediyor, “Heberleri olacah. Almaya gelirler. Gatırlarla. Yamacı dönünce goylü cipi görür, bizden önce varırlar Yazı’ya.”
Bu Yazı’nın en azından köylüler için kolay ulaşılabilen bir yer olduğunu anlamak biraz içimi rahatlatıyor.
Ama hayalimde, bedeni tamamen kara saplanmış katır gövdelerinin belirmesine engel olamıyorum. Üç boy karın içine gömülü katırlar, sadece karın üstünde duran katır göbekleri, göbekleri üstünde kayan katırlar… Gatırlar…
Gözlerim artık dumandan yanmaya başladı. İnsanoğlu böyle işte; geçmişi ve geleceği yok, şu andaki derdi her zaman en büyük dert. Fark etmiş olacak ki ön camı alt kısmından iteliyor şoför. Tedirgin oluyorum. Amacı havalandırmak ama aynı zamanda içeriye daha sert bir soğuk dolacak. Camın kenarındaki buzlar çatırdayarak kelebek cam aralanıyor. Korktuğum olmuyor. Gerçi rüzgâr keskin, soğuk ama temiz hava yine de iyi geliyor. Ferahlıyorum.
Bugüne kadar soğuğa karşı en önemli bilgim; donmamak için asla terlememem gerektiği. Bu ter, vücut üzerinde kalınca donmayı hızlandıran bir etken, vücuda daha hızlı bir şekilde ısı kaybettirip donma sürecine sokan. Aslında insan tam tersini düşünmeden edemiyor. Terlediği halde nasıl donabilir ki bir beden? Altımdaki yün içlik terden sırılsıklam oldu bile. Donmak dışında düşündüğüm şeyler de var, yapışık ıslak bir pisliğe sarılı gibi hissediyorum. Hele şu kaşkolüme sinen pis sigara kokusu yok mu…
Bu sırada cipimizin tekerlerinin kara batarak yalpalaması kendimden tiksinme işinden uzaklaştırıyor beni. Soğuk için engel teşkil etmeyen branda tavan ve naylon camlar, içerideki yoğun hava nedeniyle terlemiş. Bu haliyle sarı sarı akıp dışarıyı neredeyse görünmez kılıyor. O, yolu biliyor ama ben şoförün hâl ve hareketlerinden cip yolculuğunun sonunun yaklaştığını anlıyorum. Daha durmadan, zihni inmiş gibi araçtan. Sonunda kar çölüne hâkim küçük bir tepede duruyoruz.
Ben hâlâ yapacaklarım konusunda karar vermiş değilim. Şoför ise beni cipten atmakta kararlı görünüyor. Motoru durdurmadan araçtan iniyor. Vitesi boşa alıyor ve gaz pedalının üstüne o ana kadar araç içindeki varlığını fark etmediğim büyükçe bir taşı koyuyor. Bu ağırlık, motorun rölantiden biraz daha devirlice çalışmasını sağlıyor. Jiklenin bir şekilde çalışmadığı veya yeterli olmadığı anlaşılıyor. Motoru sıcak tutabilmek için kullandığı bir yöntem bu.
Ona katılmak için çaresizce hareketlendiğimde, vıcık vıcık olmuş kıyafetin içindeki yerimin aslında gayet sıcak ve rahat olduğunu fark ediyorum. Sadece kapı açıldığında bile sağımdan solumdan, minik açıklıklardan içeri dolan havayla birlikte, terimin ince bir buz tabakası halinde tenimde donduğunu hissediyorum. Kıyafetlerimin kapalı olduğunu düşünüyordum. Meğer ne çok delik varmış. Nasıl bir hava akımı varsa, aynı kıyafetin farklı yöne bakan delikleri arasında cereyan yapıyor. Kol açıklığından giren hava bir şekilde ensemi yalayarak boynumdan fışkırıyor. Başka bir hava bir paça açıklığından girip bacaklarıma birleşim yerindeki vadide süzülmeyi başarıyor. ‘Bir tarafım dondu’ deyimini daha kibar yolla anlatmam olanaksız.
Branda ve naylondan oluşan kapıyı sallandığı yerden çıkarıp adımımı atmamla birlikte bileğime kadar kara gömülüyorum. Karın derinliği daha fazla olmalı ama alt tabakanın donmuş olması tamamen gömülmemi engelliyor. Üst üste yağışlar ve bu aşamada esen rüzgârlar birçok farklı sertlikte tabakalar meydana getirmiş olmalı. Cipin neden daha fazla ilerleyemeyeceği de bu şekilde ortaya çıkıyor.
Geldiğimiz yolda tipi nedeniyle kapanmaya yüz tutmuş tekerlek izleri hariç, her yönde pürüzsüz geniş kar çölü uzanıyor. Uzaklarda seçilen birkaç karaltı, tamamen kara gömülmüş ağaçların tepe dalları olabilir. İşte orası şoförün bahsettiği çukur yer olmalı. Acaba bu ağaçların yükseklikleri ne kadar? En az beş kilometre olarak varsaydığım uzak yüksek yamaçlarda ağaçlar ve kayalar ortaya çıkmış. Köy olarak tarif ettiği yerin sol tarafında garip bir şekilde kara hiç gömülmemiş, büklüm bedenli, birkaç öbekli top kafası olan üç çam ağacı ve tam orta mesafede, çeşme olabilecek taştan, bir insan yapısı seçiliyor. Yanında garip bir bulut tabakası… Bunların büyüklüklerine göre oranlamam yanlış değilse, bu çukuru dört metreye yakın derinlikte kar doldurmuş.
Şoför sabırsızlanıyor. Dönüş için radyatörün önüne koyduğu kilim parçasının sağlamlığını kontrol ediyor. Radyatörün devridaimi ısıyı korumak için yeterli değil. Yakın çevrede kimse görünmüyor. Köyün yerini ise tam seçemiyorum. Bir yaşam belirtisi olsa bile, bu karda görülebilen mesafeden buraya gelmeleri yayan olarak saatler sürer. Yani şu an oradan birilerinin çıktığını görsem, yanıma ulaşana kadar donmam kaçınılmaz bir sonuç.
Tipinin gittikçe sertleştiğini anlamak için uzman olmama gerek yok. Şu anda bile, gökyüzünün adeta tükürdüğü taneler tenime değdikleri yeri sızlatıyor. Bir süre sonra elbisemizi bile delecekmiş gibi bu taneler. Şoförün, arazi ortasındaki bu yalnızlığımıza moralini bozmamasına bir anlam vermiyorum. Kendini tamamen dönüş yoluna odaklıyor. Gelecekleri konusunda o kadar emin ki beni bırakıp gitmesi an meselesi. Benim ise burada kalmaya hiç niyetim yok. Bırakmak konusunda ısrar ederse, dönüş ve kurtuluş bahanemin ortaya çıktığının farkındayım. Bu bahaneye sonuna kadar sarılmaya da kararlıyım. Sonuçta ortada kaymakamlığın karşı koyamayacağı bir mücbir sebep var. Ben de onunla birlikte çeker giderim.
Ayaz artık elbisem yokmuş gibi sırtıma süzülüyor. İşte, terlemek olumsuz etkilerini göstermeye başladı. Ter damlalarının izleri, buzdan donmuş nehirlere dönüşüyor sırtımda, hissediyorum. Çizgi çizgi donduracak beni bu ayaz. Ayakta bir heykele dönüşeceğim.
Yine de anlamsız bir şekilde düşüncelerimi gizleyecek bir ses tonuyla soruyorum, “Gelmeyecekler galiba?” Çok üzgün göründüğüme emin olarak konuşuyorum. Göreve kendimi o kadar hazırlamıştım ki, şeklinde görünüyorum. Bu sorum aslında, ‘hadi dönelim’ anlamına geliyor. Dedim ya, insanoğlu şimdiye odaklanmıştır. Artık, az önce pek de inanmadığım tanrıya yakarışlarımın sebebi olan uçurumlu dönüş yolu, bir sonraki problemim olacak. O ana yeniden ulaşabilirsem, af dileyebilecek kadar çok günahım var zaten. Aslında hayatımın sonuna kadar aralıksız şekilde af dileyebilecek kadar günahım var.
Şoförün küfürleri peş peşe tıslıyor. Bana hitaben olduğunu pek düşünmek istemesem de ucundan bucağından akrabalarıma değdiğini hissediyorum bu sözlerin. Hatta bir ara tüm insanlığın analarına kadar uzanıyor söylemi. Hışımla