Yeri gelmişken; Sakarya’da tam on yedi Orhan Camii mevcuttur, çoğunun yerinde bugün yeller esse de biz yetişmişizdir son deminde hemen hepsine, dünya gözüyle görmüşüzdür çoğunu. On yedisi de Orhan Gazi’nin bölgemizi 1325’te fethettiğinin ve şehrettiğinin nişanesi, remzi, sembolüdür.
Çünkü Adapazarı Osmanlıdır, Orhanlıdır, Muratlıdır.
Adapazarı geç dönem bir Osmanlı şehridir.
İşte Adapazarı, Orhan Camii ile bütünleşmiş yarım milyonluk bir şehrin adıdır. On altı ilçeden oluşan bir milyonluk bir ilin merkez ilçesidir.
Son bir buçuk asırda Gürcistan’dan Bosna’ya, Batum’dan Priştina’ya, Kırım’dan Selanik’e, Trabzon’dan Kırcaali’ye… Kafkasya, Rumeli ve Anadolu’nun her ilinden her ilçesinden, kimin başı dara düşse; sığınak barınak yığınak olan, sarıp sarmalayan şehrin adıdır Adapazarı. Dört kıtaya yedi iklime bir dersaadet, bir huzur limanıdır Adapazarı: Sait Faik’in “herhangi bir kıraathanede dört lisan bilmeyenin garsonluk yapamaz bizim kasabada’ dediği yerleşimin adıdır Adapazarı. Büyük öykücünün dediğinin üzerinden koca bir asır geçmiş olsa da bugün hâlâ sokaklarında, çarşılarında, kahvehanelerinde; on yedi dilin özgürce, yadırganmadan konuşulduğu şehrin adıdır Adapazarı. Bunca etnik kökenin olaysız kavgasız nizasız yaşadığı, yaşandığı, yaşatıldığı yerin adıdır Adapazarı.
Yeri gelmişken; bu huzurun, birlik beraberliğin çimentosu da Osmanlı’nın fetihten sonraki yüzyıllar boyunca Orta Asya’dan getirip yerleştirdiği, Manav diye nitelendirilen Hanefi Sünni Müslüman Türklerin olduğunun da altını çizmeliyiz. Yedi kere düşünmeden adım atmayan devletiyle yedi asırdır aynılaşmış, kendisi olmuş bu insanların hoşgörülü ve paylaşımcı ruh ikliminin hem sebebi hem de sonucu olduğunu belirtmek hakkı teslim etmektir.
Adapazarı, Yahya Kemâl’in “Kökü mâzide olan âti” dizesinin Anadolu coğrafyasında –Bursa ile birlikte– en çok yakıştığı, yaraştığı, yaşandığı şehrin adıdır.
Osmanlı coğrafyasının neresinde birilerinin başı ağrısa anında hissedildiği, çözüm arandığı, yardım eriştirildiği yerin adıdır Adapazarı. Üstat Necip Fazıl’ın meşhur hitabesine nazire edercesine; “Kim var?” dendiğinde, sağına ve soluna bakmadan, seksen bir il içinde ilk “Ben varım” diyen şehrin adıdır Adapazarı. Herkesle dert ortağıdır Adapazarı. Belki de bu yüzdendir, tarihte merkezi Adapazarı olan hiçbir deprem olmadığı hâlde her Marmara depreminde diğerleriyle birlikte yıkılması… her seferinde de küllerinden yeniden doğması.
Boşnak böreği Çerkez tavuğuyla, Abaza pastası Arnavut ciğeriyle, Muhacir mamaligası Manav dartılı keşkeğiyle, birbirini dışlamadan ötelemeden yan gözle bakmadan aynı sofrada hayat bulurlar, hayat verirler hane hane, sokak sokak, mahalle mahalle, Adapazarı’nda. Lokantalarında Bosna’dan mülhem Islama köftenin yendiği, dükkânlarında Üsküp helvasının satıldığı, Prizren bozasının, Drama gazozunun içildiği şehrin adıdır Adapazarı.
Ülkemizin en verimli ikinci ovasının yanı sıra, yedi gölü, üç nehri, üç şelalesi, on sekiz yaylası, kaplıcaları, –dünyada yalnızca beş tane ülkemizde ise bir tane örneği olan– longozu… yeşili mavisi… bereketin, üretimin, verimliliğin adıdır Adapazarı.
Zenginliğin gizli, fakirliğin az, orta halliliğin çok olduğu; dulların, yetimlerin, düşkünlerin sarıp sarmalandığı şehrin adıdır Adapazarı.
Kendileri ortalıkta görünmeseler de açları doyuran, açıkları giydiren, imkânı olmayanları evlendiren nice “vakıf adamlar”ın; Terzi Alilerin, Şeyh Osmanların, Kabukçu Burhanların… şehridir Adapazarı.
Adapazarı; ülkemizde hayat süren bütün edebî, fikrî, siyasî, dinî akımların, anlayışların, oluşumların ya çıkış noktası ya neşvünema bulduğu ya da en hafifiyle temsil edildiği şehirdir.
1980 öncesi binlerce gencimizi teröre kurban verdiğimiz, her gün beş on üniversite öğrencisinin kökü dışarıda ne idüğü belirsiz örgütlerce katledildiği, şehirlerin sokak sokak, mahalle mahalle “kurtarılmış bölge”ler ilan edildiği günlerde; sokaklarında kavganın olmadığı, terör vakasına rastlanmadığı ender şehirlerimizden biridir Adapazarı.
Adapazarı’nı Sakarya sananlar, Adapazarı’nı Sakarya ile karıştıranlar var. Zinhar yanlış. Yalan. Hatta iftira. Muhal. Hakaret. Nehre adını veren Bitinya tanrıçası Sangarius’tan iki bin yıllık bir hediyedir Doğu Marmara’ya bu isim, doğrudur. 724 kilometrelik nehrin sadece 110 kilometresi mahcup bir edayla selam verip şehrin kıyısından geçip gitmektedir. Yarım asırlık ömrümde ne seveni gördüm bu kavramı ne gönlünde misafir edeni. Ankara’nın, TBMM’nin, tepeden inmeciliğin kazığıdır bir milyon kişinin yaşadığı vilayete bu isim. Zaten 1965’te kurulan Sakaryaspor ile 1992’de temelleri atılan Sakarya Üniversitesi dışında yüzüne bakanı, göz kırpanı, şefaat edeni de yoktur bu nevzuhur, zıpçıktı kavramın. Sakarya bir bölgenin, bir vadinin, bir havzanın adıdır; içerisinde Eskişehir, Kütahya, Afyon, Ankara, Bilecik, Bolu, Adapazarı, Düzce’nin yer aldığı. Sakarya Adapazarı’nın değil, bölgenin adıdır kısacası; bu böyle bilinmelidir.
Nerelisin sorusuna “Adapazarlıyım” cevabının verildiği, hiç kimseden “Sakaryalıyım” kelimesinin duyulmadığı şehirdir o.
Adapazarı bir Türkmen yerleşimidir Orhan Gazi’den bu yana. Yani Yörük ve Manav şehridir öncelikle. Atasözlerinde, türkülerinde, halk oyunlarında, giyim kuşamında, yemeklerinde buram buram hissedersiniz bunu. “Elmayı top top yapalım’ diye eğlenir, ‘Evlerine varamadım güzelden’ diye türkü çığırırlar eskiler mesela. Halk oyunları ta Muğla’ya Aydın’a kadar ucu dokunan Zeybek oyunlarıdır. Kaç kişi bilir ki eskilerin evlerinde taam eylenen Höşmelim tatlısının; Balıkesir, Kütahya, Bursa, Bilecik, İzmit kadar Adapazarı’na da ait olduğunu. Osmanlı’nın neşet ettiği ve ilk otuz yılda fethettiği bu bölge kültürünün yüzde doksan birbirine benzemesinde şaşılacak ne vardır, asıl buna şaşmak gerekir. Diğer yandan kabağın da başkentidir Adapazarı. Başta enfes Kıvırma tatlısı olmak üzere, birbirinden lezzetli dokuz ayrı kabak tatlısı sunulur hâlâ Adapazarı sofralarında. Diğer yandan Adapazarı Mutfağı bir imparatorluk mutfağıdır; göç edip gelenlerin sadece kendilerine değil, mutfaklarına da kucak açmıştır zira. Onlarca çeşit dondurmasından bozacılarına, köftecilerinden tulumbacılarına kadar…
Bir spor şehridir Adapazarı; Oğuz Çetin, Aykut Kocaman, Semih Saygıner, Kenan Sofuoğlu’nu yetiştirip Dünya Spor Arenasına sunmuştur.
Fakat o asıl bir öykü, bir öykücüler şehridir: Sait Faik, öykülerini “Çınarlarına kargaların üşüştüğü memleket”te, bu şehirde emzirmiştir. Faik Baysal “Çocukluğumda Çark Mesire’de içtiğim Olimpos gazozlarının nefis tadı hâlâ damağımdadır” diyerek andığı bu şehirle büyütmüştür öykülerini. “İçimde iki şey hâlâ dipdiri durur; birisi siyasal inançlarım, diğeri memleketime olan sevgim” diyen Kerim Korcan, romanları gibi öykülerini de Sakarya’nın mavi sularında çoğaltmıştır. Necati Mert’ten Cüneyd Suavi’ye, Hatice Bilen Buğra’dan Ayfer Tunç ve Mustafa Uçurum’a… ve genç kuşaktan; Hande Ortaç’tan Ayşenur Gülsüm Tuna’ya, Emirhan Tezer’den Sinem Torun ve Dilara Selamet’e… Adapazarı her şeyden önce ve her şeyden sonra bir “öykü şehir”dir, “öykücü şehri”dir; kırk gün kırk gece öyküsü anlatılsa “tükenmeyecek” şehirdir.
Ama