Tekrar kafasını eğdi, hıçkırırken incecik bileklerini kırmızı dudaklarına bastırdı. Ancak birden kafasını kaldırdı ve içinde bulundukları durumu hatırladı, kara gözlerinde endişe vardı.
“Acele edin!” diye fısıldadı telaşla. “Saat gece yarısını geçti, gitmeniz lazım.”
“Ama anahtarları çaldığını öğrenirlerse senin derini yüzerler.”
“Kimse bilmeyecek. Sabah olduğunda siyahi bekçiler onlara kimin şarap verdiğini hatırlasalar bile sarhoşken anahtarları çaldırdıklarını kimseye itiraf edemezler. Bu kapıyı açan kilidi alamadım o yüzden diğer kapıdaki mağaradan geçmelisin. O kapının ardında seni nasıl bir tehlike bekliyor bilmiyorum ama bu hücrede durduğun sürece daha büyük bir tehlike altında olacağın kesin. Kral Taraküs döndü.”
“Ne? Taraküs mü?”
“Evet. Döndüğünü gizliyorlar ve kısa bir süre önce mağaraya inmişti ama büyük bir risk almış gibi ürkmüş ve beti benzi atmış bir hâlde geri çıktı. Yaveri Arideus’a söylerken duydum, Xaltotun’a rağmen senin ölmen gerektiğini düşünüyor.”
“Peki ya Xaltotun?” diye sordu, kızın korkusunu hissediyordu.
“Onun adını anma!” diye fısıldadı. “Şeytanlar isimlerinin anıldığını duyarlar. Köleleri onun sürgülü kapı ardındaki odasında yattığını söylüyor, siyah lotus çiçeği rüyalarını görüyormuş. Bence Taraküs bile içten içe ondan korkuyor yoksa seni çoktan öldürürdü. Yine de bu gece mağaraya inmişti ve Tanrı Mitra bilir orada ne halt ediyordu.”
“Merak ediyorum acaba Taraküs’ü benim hücreme bakmaya getiren şey ne olabilir?” diye mırıldandı Conan.
“Al bunu!” diye fısıldadı kız; demir parmaklıkların arasından bir şey uzatırken. Conan, heyecanlı bir şekilde aldı, daha önce kullandığı bir şey olduğu belliydi. “Çabucak şuradaki kapıdan geç, sola dön ve hücrelerin arasındaki koridordan taş merdivenlere kadar ilerle. Sakın hücrelerin önündeki yoldan başka yola sapma! Merdivenlerden çık ve yukarıdaki kapıyı aç, anahtarlardan biri o kapıya ait. Eğer Tanrı Mitra yardım ederse, o kapının önünde seni bekliyor olacağım.” Daha sonra kız, sessiz adımlarla karanlığın içinde uzaklaşarak kayboldu.
Conan omuzlarını silkti ve odanın diğer yanındaki kapıya yöneldi. Bu belki de Taraküs tarafından planlanmış bir tuzaktı ancak Conan için bir şeyler deneyerek bir tuzağın içine düşmek, âciz bir şekilde kaderine razı olmaktan daha iyiydi. Kızın verdiği şeyi inceledi ve bir hançer olduğunu anlayınca kurnazca güldü. Ne olursa olsun kızın ona bir hançer vermesinden pratik zekâlı biri olduğu belliydi. Küçük bir hançer değildi, sıradan bir şey olmadığı belliydi çünkü sapında mücevherler vardı ve altındandı. Şık bir hanımefendiye ait olabilecek bir silahtı. Tam anlamıyla bir savaşçı silahıydı; kırk santim uzunluğunda ve keskince bilenmişti, ucu bir elmas gibi parlıyordu.
Hâlinden memnun bir şekilde mırıldandı. Elinde böyle iyi bir hançer olması onu keyiflendirdi ve öz güveni arttı. Ne kumpas dönerse dönsün, ne tuzağı kurulursa kurulsun sonuçta bu bıçak gerçekti. Güçlü kollarındaki damarlar kana susamış vaziyette akmaya başladı.
İlerideki kapıyı anahtarlarıyla yokladı. Kapı kilitli değildi. Kapıyı kilitlediğini gördüğü siyahi nöbetçiyi düşündü. O sinsi gardiyan kapının sürgüsünü takmış olmalıydı ama kapı kilitli değildi. Kilitli olmayan kapı şüpheli bir durum yaratıyordu ancak Conan yine de duraksamadı. Parmaklıkları itekledi, zindandan karanlık koridora çıktı.
Daha önce tahmin ettiği gibi kapı herhangi bir koridora açılmıyordu. Ayağının altında yumuşak bir zemin hissetti, arkasında sağlı sollu hücreler uzanıyordu ancak geldiği tarafta başka bir şey göremiyordu. Ne çatı ne de başka bir duvar görebiliyordu. Ay ışığı yalnızca hücrelerin parmaklıklarını belli belirsiz gösteriyordu ve karanlığın içinde yok oluyordu. Onun kadar keskin gözlere sahip olmayan birisi muhtemelen bu küçücük ayrıntıyı bile göremezdi.
Sola döndü, hızlı ve sessiz adımlarla zindanların hizasında ilerlemeye başladı. Çıplak ayakları yumuşak zemin üzerinde pek ses çıkarmıyordu. Önünden geçtiği bütün zindanlara şöyle bir baktı, hepsi boş ama kilitliydi. Bazılarında kemik parçaları görür gibi oldu. Bu mağaralar acımasız bir dönemden kalma bir hatıraydı. Belverus, çok uzun zaman önce bir şehirden ziyade bir kaleyken inşa edilmişlerdi. Belli ki şu anki kullanımı da insanların sandığından daha yaygındı.
Loş ışıktan zar zor seçerek önünde yukarıya çıkan dik bir merdiven gördü, aradığı merdiven bu olmalıydı. Çömelerek hızlı hızlı merdivenden çıkmaya başladı.
Arkasında hareket eden bir şeyler hissetti, sessizce yürüyen hantal bir şeyin sinsi adımlarıydı ama bir insana ait değillerdi. Hücrelerin uzun sırasına doğru baktı, her birinin önünde yansıyan minik ışıktan başka bir şey göremedi. Ne gördüğünü kendi de anlayamamıştı ancak büyük bir şeydi ve bir insandan çok daha hızlı hareket ediyordu. Loş ışık ve gölgelerin arasında gidip geliyordu sanki. Esrarengiz bir durumdu, karanlığın içinde bir görünüp bir kayboluyordu.
Parmaklıkların sesi geliyordu çünkü o şey her neyse sırayla her kapıyı deniyordu. Sonunda Conan’ın çıktığı hücrenin kapısına geldi ve dokunmasıyla kapı açıldı çünkü kilitli değildi. Belli belirsiz hantal silüetin kapıdan çıktığını gördü, sonra o şey aniden kayboldu. Conan’ın elleri ve yüzü terlemeye başladı. Şimdi Taraküs’ün neden sinsice onun hücresine gelip daha sonra alelacele kaçtığını anlamıştı. Taraküs onun kapısını açmıştı, daha sonra da o cehennemsi mağaraların birinde duran gaddar bir yaratığın hücresini ya da kafesini.
O şey tekrar hücreden çıktı ve koridorda yürümeye başladı, şekilsiz kafası yere yakın duruyordu. Kilitli kapılara tekrar bakmadı. Conan’ın izini koklayarak sürüyordu. Biraz daha ilerledikçe onu daha net görebilmeye başladı, kocaman insana benzer bir vücudu vardı ancak bir insandan çok daha büyük ve ağırdı. Hafif öne doğru kambur bir vaziyette iki ayağının üzerinde yürüyordu. Rengi grimsi ve vücudu kıllıydı, kalın kürkü gümüş gibiydi. Yüzü çok iğrenç ve korkunç bir insan gibiydi, upuzun kolları yere kadar değiyordu.
Conan nihayet hücrelerdeki iliği çekilmiş ve parçalanmış kemiklerin nedenini anladı, mağaradaki bu yaratığın eseriydi. İnsan benzeri gri bir yaratıktı, Vilayet Denizi’nin doğusunda, dağlardaki ormanlarda dolaşan, acımasız, insan yiyen yaratıklardandı. Yarı mitolojik ama tamamıyla dehşet verici bir şekilde bu yaratıklar Hyboria efsanelerinin cinleriydi. Gerçek dünyada ise ormanlarda dolaşıp insanları öldüren ve yiyen dev canavarlar.
Varlığının kokusunu aldığını biliyordu Conan. Fıçı benzeri koca vücudu kısa bacaklarının üzerinde hızlıca yürüyordu. Uzun merdivene şöyle bir baktı ancak Conan, yukarı çıkana kadar yaratığın gelmiş olacağını biliyordu. Onunla çarpışmayı seçti.
Conan, ışıktan olabildiğince faydalanmak amacıyla ay ışığının hafifçe vurduğu hücrelerden birinin yakınına geçti. Çünkü yaratığın karanlıkta kendisinden daha iyi gördüğünü tahmin edebiliyordu. Canavar onu direkt gördü; uzun sarı dişleri karanlıkta parlıyordu ama herhangi bir ses çıkarmadı. Gecenin ve sessizliğin yaratıkları, Vilayet’in gri devleri dilsiz olurlardı. Ancak insana benzeyen iğrenç suratında korkunç bir sevinç belirmişti.
Conan tetikteydi, hareketsiz bir şekilde kendisine yaklaşan canavarı izliyordu. Hayatının tek bir saldırı hamlesine bağlı olduğunu biliyordu;