“Ofladı.” demiş Köpek kardeş. “Ayrıca atılan şeyleri de yakalayıp getirmedi.”
“Peki, sonra bir şey söyledi mi?” diye sormuş Cin.
“Sadece ofladı; ayrıca tarlayı sürmeyi de istemedi.” demiş Öküz kardeş.
“Demek öyle.” demiş Cin. “Siz burada usulca bekleyin, ben de gidip ona oflamak neymiş göstereyim!”
Cin, toz bulutu kaftanına sarınmış, çölde yuvarlanarak ilerlemiş; aylak Deve’yi bir su birikintisinde kendi yansımasını hayran hayran seyrederken bulmuş.
“Uzun boylu, heybetli arkadaşım benim.” demiş Cin. “Çalışmadığına dair söylentiler geldi kulağıma, hem de dünya daha yeni kurulmuş olmasına rağmen.”
Deve, karşılık olarak sadece “Of!” demiş.
Cin yere oturmuş, çenesini avcuna dayamış. Büyük bir Sihir düşünmeye başlamış. O sırada Deve hâlen hayran hayran sudaki yansımasını seyrediyormuş.
“Senin aylaklığın yüzünden pazartesi sabahından beri üç arkadaşın da fazladan çalışmak zorunda kaldılar.” demiş Deve’ye ve çaresizce çenesi avcuna dayalı bir şekilde düşünmeye devam etmiş.
Deve cevap olarak yine “Of!” demez mi?
“Yerinde olsam bir daha oflamazdım!” demiş Cin sinirlenerek. “Fazlasıyla oflamışsın zaten. Bak heybetli dostum, senin de çalışman gerek.”
Ve Deve yine “Of!” demiş; ama der demez o çok gurur duyduğu dümdüz sırtı şişmiş şişmiş ve koca bir hörgüce dönüşüvermiş.
“Bak! Gördün mü?” demiş Cin. “Çalışmayarak kazandığın bir ‘Of ’un oldu. Bugün günlerden perşembe ve sen pazartesi gününden beri hiçbir iş yapmamışsın. Şimdi gidip çalışacaksın.”
“Ama…” demiş Deve. “Bu ‘Of ’ sırtımdayken nasıl çalışabilirim ki?”
“Bütün bunlar, çalışmadığın o üç gün yüzünden geldi başına.” demiş Cin. “Bundan sonra üç gün boyunca yemek yemeden çalışabilirsin; çünkü sırtındaki bu ‘Of ’u yemek deposu olarak kullanacaksın. Bu iyiliğimi de sakın unutma, tamam mı? Şimdi çölden çık, doğruca üç arkadaşının yanına git ve uslu uslu otur. Bundan sonra istediğin kadar ‘Of ”layabilirsin artık.”
Deve çaresizce oflaya puflaya üç arkadaşının yanına gitmiş ve onlara katılmış. O günden beri Deve’ler sırtında hep ‘Of ’ taşırlar; tabii biz onları incitmemek için ona, Hörgüç diyoruz. Ama canımın içi Deve’ler, dünya henüz yeni kurulmuşken çalışmayarak kaybettikleri o üç günü hâlâ telafi edememişler ve akıllı olmayı öğrenememişlerdir.
Hayvanat bahçesinde görebiliriz,
Ama yoksa yapacak bir işimiz,
Oluruz Deve’den daha da biçimsiz şekilli.
Çocukların da büyüklerin de,
Yoksa yapacak işleri, olur onların da birer “Of ”ları.
Hani şu Deve’nin “Of ”undan,
Siyah ve mavi olanından.
Sinirle kalkarız yatağımızdan,
Öfkeyle çıkar sesimiz sıkıntıdan,
Banyomuz, ayakkabılarımız,
Ve hatta oyuncaklarımız,
Patlatır bizi sıkıntıdan.
Ama benim için olmalı bir kaçış yolu bundan,
(Tabii senin için de)
Bizim de bir “Of ”umuz olmadan,
Hani şu Deve’nin “Of ”undan,
Siyah ve mavi olanından.
Bunun ilacı artık oturmamaktır.
Bir çapa ile kürek alıp elimize,
Şıp şıp terleyene kadar toprağı kazmaktır.
O zaman güneşi ve rüzgârı buluruz,
Ve tabii Bahçelerin Cini’ni de.
Onun sayesinde kurtuluruz sıkıntıdan
Hani şu Deve’nin “Of ”undan
Siyah ve mavi olanından
İşte böyle!
Olmayınca yapacak bir işimiz,
Senin de benim de,
Çocukların da büyüklerin de,
Şu Deve gibi oflar puflarız,
Hörgüç varmış gibi üstümüzde.
GERGEDAN’IN DERİSİ NASIL OLUŞTU?
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, bir zamanlar Kızıldeniz’in kıyılarında, ıssız bir adada bir Zerdüşt varmış ve yalnız yaşarmış. Güneşin ışıkları şapkasından Doğu’nun bütün ihtişamını yansıtırmış. Bu Zerdüşt’ün şapkasından, bıçağından ve kesinlikle dokunmamamız gereken fırınından başka hiçbir şeyi yokmuş. Günlerden bir gün, kendisine yarım metre genişliğinde ve bir metre yüksekliğinde bir kek yapmak için un, su, kuş üzümü, erik, şeker ve başka malzemeler bulmuş. Bu kekin çok faydası varmış; çünkü sihirliymiş. Zerdüşt keki bir güzel yoğurmuş sonra da fırına vermiş. Tabii bunu yapmak için önceden annesinden izin almış. Keki, altı ve üstü iyice kızarana ve mis gibi kokana kadar pişirmiş. Tam oturmuş güzel güzel yiyecekken ıssız adanın ıssız bir köşesinden Gergedan çıkıp gelmez mi! Üstelik pek terbiyeli de değilmiş bu Gergedan; burnunda küçük bir boynuz ve domuzlarınkine benzeyen kara gözleri varmış. Ha bir de o zamanlar Gergedan’ın derisi çok gerginmiş. Öyle ki, hiçbir yerinde ufacık bir kırışıklık yokmuş. Aynı Nuh’un Gemisi’ndeki Gergedan’lara benziyormuş; bir farkla, bu Gergedan çok büyükmüş. Ama dedim ya Gergedan, o zamanlar da şimdi olduğu gibi, pek terbiyeli değilmiş; galiba hiçbir zaman da terbiyeli olamayacak.
Gergedan’ımız sessizce Zerdüşt’ün yanına yaklaşmış ve kulağının dibinde “Heyooo!” diye bağırmış. Zerdüşt korkudan öyle bir zıplamış ki kendini palmiye ağacının tepesinde buluvermiş, bu arada başında da güneş ışıklarını Doğu’nun bütün ihtişamıyla yansıtan şapkası varmış. Haylaz Gergedan, Zerdüşt’ü korkuttuktan sonra burnuyla Zerdüşt’ün fırınını devirmiş, kekini de kumların üzerine düşürdükten sonra parçalayıp bir güzel yemiş. Ardından da kuyruğunu sallaya sallaya geldiği yere geri dönmüş. Zavallı Zerdüşt de ağacın tepesinden inmiş, yere düşen fırınını kaldırmış ve o söylerken senin duymadığın, şimdi okuyacağım şiiri mırıldanmış:
Kim almışsa bu keki,
Hani şu Zerdüşt’ün pişirdiğini,
Bilsin ki almıştır başına büyük bir derdi!
Bu kısacık şiir aslında düşündüğünden çok daha anlamlıymış biriciğim. Çünkü beş hafta sonra, Kızıldeniz’de hava o kadar ısınmış ki, herkes üzerindeki giysileri çıkartmış; tabii bizim Zerdüşt de şapkasını çıkartmış. Gergedan ise denize girip serinlemek için o pek gergin