Çeşitli İslam topluluklarının öğretim dilinin temeli Arapça’dır. Her çeşit öğretimde de temel Kur’an’dır. Bundan başka Arapça’nın gayet tatlılıkla, fevkalade ahenk barındıran, âdeta matematiksel bir lisan olması, edebiyat tarihinin önemi onun kudretini pek büyütmüştür.
Üzülerek belirtmek gerekir ki bugün, Arapçaya yeteri kadar önem verilmemektedir. Özellikle Osmanlı hükûmetinin ihmali hiçbir surette affolunamaz. Türkçe İslam dünyasının siyasal lisanı ise Arapça da dinî lisanıdır. Ve bu değeri nedeniyle bu lisanların durumu hilafet makamı ve saltanatın himayesinde özellikle korumalıdır.
Gerek Türkçe, gerek Arapça resmî bir biçimde korunmaya muhtaçtır. Şimdi okullarımızdaki duruma göre Arapçanın öğrenimi zorunlu olsa da yöntemlerin fenalığı, öğretmenlerin yetersizliği sonucu bu derslerden hiçbir sonuç elde edilemiyor. Kezalik medreselerde yirmi sene diz çökmüş, dirsek çürüterek eğitim gören bilim öğrencileri dört satır Arapça yazamıyor. İslamiyet rengimizin korunması için zaman kaybetmeden Arapçayı bilimsel bir şekilde öğrenmeliyiz. Arapça her Müslüman’ın hayatının genelinde kullandığı dili olduğundan onun öğrenimine gerektiği kadar önem vermeye de sorumludur. Kendimizi Arapça’dan, Arap dünyasından soyutlanmış olduğumuzu kabullenmek hatasına düşmemeliyiz. Ancak Arapçanın genelleştirilmiş bir hâle getirilmesiyle Müslümanlar birbirine daha çok yaklaşacaklardır. İslam kardeşliği, ancak bir lisanın kardeşler arasında konuşulması ile ortaya çıkacaktır.
Kezalik hükûmet, Arap edebiyat ve yayımcılığını korumasına alarak sahip çıkmalıdır. Bunlar kendisi için oldukça önemli bir enstrüman özelliğindedir.
Yahudi milletperverliğini diriltmek amacıyla oluşturulan “siyonizm” her şeyden önce İbrani lisanının diriltilmesini programına dâhil ediyor. O hâlde bizim Arapçayı unutmamız, affı kabul edilmeyen bir hatadır.
Arapça yalnız paralar üzerinde ya da dualar, niyazları yüklenmiş bir resmî dil olarak kalmamalıdır. Her Müslüman iki dilli “bilingue” olmalı ve Türkçe ya da Farisi ile beraber Arapçayı da kendi lisanı olarak kabul etmeye alışmalıdır.
Arapların kesin bir istatistiğini yapmak zannederim ki mümkün değildir; herhâlde oldukça zorlu ve masraflıdır. Hristiyan yayınlarındaki sayılara o kadar da güvenilemez. Araplar da Avrupalı yöntemlerle istatistik yapmadıklarından onların ifadelerinden de bir şey çıkmaz. Bir de Arap ile Kuzey Afrikalıları ayırmak zor bir iştir.
Arapların çeşitliliği de birbirinden farklıdır. Lehçeleri de birbirine uymayanlardandır. Bundan dolayı bu yönlerin de ayrıca ve uzun uzadıya incelenmesi gerekir.
Kaç çeşit Arap vardır? Bunların birbirinden farkı nedir? Ahlaki yapısı, âdetleri, kime tabi oldukları, karakteristik özellikleri, lehçeleri, hisleri hangi derecelerde birbirinden ayrıdır? İşte geniş bir tartışma zemini!
Muhterem okurlarımıza, bu konuda gereken açıklamaları vermediğimizden dolayı üzüntü içerisindeyiz; beraber bir istatistik tecrübesi yapacağız.
Arapların asıl ortaya çıktığı ve yaşamlarını sürdürdükleri yer, şüphesiz, Hicaz topraklarıdır. Güneyde Yemen, Kuzeyde Suriye, bütün Arap adaları, Irak Acemi, Irak Arabı, bütün kuzey Afrika, coğrafya itibarıyla Arap memleketini teşkil eder. Bu geniş ülkede halkın çoğunluğu Araptır. Ve bağımsızlık söz konusu olsa muazzam bir imparatorluk, yeknesak, tek vücut bir hükûmet yapısını oluşturur.
Hicaz vilayetinin nüfusu bir milyon olsa gerektir. Yemen’in nüfusu, Hüseyin Hilmi Paşa hazretlerinin sözlerine dayanarak altı, orada valilik görevinde bulunan Tevfik Beyefendi’nin fikrine göre üç milyondur. Asir, Aden ve İmam Yahya’ya tabi Sa’de ve Şihr [Ash Shihr, kül-Şihr] vesaire ile İngiltere ve Türkiye arasında tampon bölge olan “dokuz nahiye” de dâhil olursa eskilerin “bahtiyar Arabistan” dedikleri bu kıtanın nüfusu zannederim ki beş milyonu bulur. Bunun dışında Hazretmevt, Muskat, Umman, Bahreyn, Kuveyt, Uzele, Şemer, Rebiğ, Hali, Necd vesairenin nüfusu beş milyonu çok fazla geçmez diye tahmin ediyorum. Bu araziden Hicaz, siyaseten Osmanlı’ya tabi olsa da Amerika’nın nüfuzunu kabul etmemek inkârdır. Celile emirliklerinin her çeşit tesirin dışında, Osmanlı hanedanına sadık, İngiltere ve Fransa’nın girişimlerinden uzak bir şeriflik mevkisi olarak kalmasını ummaktayız. Hükûmet-i seniyye bu yönüyle asla işin hakikatine varmanın ötesinde durmamalı ve Hicaz meselesini önemli sorunlardan kabul etmelidir. Çünkü Hicaz, bugün yarın, bir kayıp olabilir. Hicaz hattı da bir gelecek meselesidir. İngiltere bunun önemini kavramış ülkelerdendir. Ve Akabe meselesini tam da bu yüzden ortaya çıkarmıştır. Hicaz iyi kullanmak şartıyla devlet için büyük bir kuvvettir. Suistimal ile maazallah, saltanat ve Hazreti Halifenin ve onun yönetimindeki İslamiyet’in harap olmasına neden olabilir. Fas’ta hilafet iddiasında bulunan Sadat İdrisiyye’nin Fransa tabiiyetine dâhil olabildiklerini ve bunun fevkalade fena bir suistimal teşkil ettiğini devlet ileri gelenlerimiz asla unutmamalıdırlar. Mekke’nin konumu hassastır. Hayatı diğer bölgelerin hayatına kıyas kabul etmez.
Oradan bir şey beklenmez, orası beslenmelidir. İngiltere, Aden hinterlandı kabul ettiği “dokuz nahiye”nin21 şeyhlerine hükümdar muamelesi yapıyor. Biz bunlara vesairlerine bir prens muamelesi bile yapmazsak yerimizi elbette en çok lütufta bulunanlar alır. Zaten İngiltere Hükûmeti “en çok İslam tabakasına sahip bir devlet olmak itibarıyla” oralarda pek ilerisini gören bir şekilde davranıyor. Arabistan Şibhe adasını âdeta kuşatma altında bulunduruyor. Suveyş ve Tur Sina bilfiil onun elindedir. Tur’un idaresi, Mısır’da, dâhiliye nezaretinden alınıp başkanlığı İngiliz komutanı olan Cihadiye nezaretine bağlanmıştır. Kablolar kendilerinindir. Şab Denizi’nin çıkış kapısının mülkü Yemenlilerdedir. Perim adası “ki bab el-Mendeb’in ortasındadır” hükmü altına alınmıştır. Aden günden güne bariston yağı damlası gibi genişliyor. Orası dünyanın en mühim noktalarından biri hâline gelmiştir. Oradan İngiltere’nin hedefi Yemen’dir. Yemen, İngiltere sayesinde silahlandırılmıştır. Hazretmevt22 Büyük-Britanya’nın denetimi altındadır. Sevahildeki Khuriya Muriya adaları, uzaktaki Sokotra Adası, karşıdaki Somali, yani Berberi bölgesi dahi kendisinindir.
Farisi Denizi’ne gelince: Orada İngiltere tamamen serbest bir şekilde kendi nüfuzuyla etki ediyor. Bu denizde zabıta görevi, kablo, fenerler, ticaret, kılavuzluk hep İngiltere’nindir. Bahreyn Adası ise bir süre önce her nasılsa bizden İngiltere’ye bağlı bir biçime geçmiştir. Mütevazi Acem sahili Rusya ile olan anlaşma üzerine İngiltere’nin nüfuz mıntıkasını oluşturmaktadır.
İngiltere, Akabe meselesiyle Hicaz hattını sahip olduğu önemden düşürmek istediği gibi Kuveyt meselesiyle de Bağdat hattını tahrip etmek istemiştir. Onun için Kuveyt ve belki daha öteleri, Katar vesaire, İngiliz resmî entrikasının meşru mülkü olarak kabul ettiği mıntıkadır.
İngiltere’nin mülkümüz olan bu yerlerde resmî anlamda gözü vardır. Bunu iyice bilmemiz gerekmektedir. Zannederim ki birçok büyük devlet ile İngiltere arasında imzalanan gizli anlaşmalar gereğince -vaktiyle İngiliz ve Fransız anlaşmalarıyla Trablus İtalya’ya bırakıldığı gibi- buraları da İngiltere’ye bırakılmıştır.
Muskat’ta da Fransız nüfuzu geçerlidir. Burası Fransa kaçakçılarının devletlerinin himaye ettiği resmî bir depodur.
Bu bölgeden olanca silah vesaire gibi ticareti yasak eşyalar serbestçe Arap memleketlerine geçiyor. Bahr-i Ahmer (Kızıldeniz)’de Kamran ve Fersan adalarının mevkileri de sorunludur.
Asir’de