İşte bu askere “yeniçeri” denildi. Başları kuvvetli kanunlara bağlanmıştı. Emir ve kanunlara bağlıydılar. “Kırkı bir kıl ile güdülür.” sözü darbımesel olmuştu. Bunlar, aslında Hristiyan çocukları iken İslam âdeti üzere talim ve terbiye olunup, İslam’ın güzelliklerini görerek, vicdani kanaatleri ile İslam dinine geçerlerdi. Hatta bir günde bin Rum’un Müslüman olduğu söylenir.
Kısacası yeniçeriler, İslami fikirlerle büyüyüp terbiye olunan taze Müslümanlar demekti. Müslümanların çoğalmasına ve Osmanlı hamurunun büyümesine sebep olmaktaydılar. Küçüklüklerinden beri talimle ve silah kullanmayı öğrenmekle uğraşırlardı. Birinci derecede eğitilmiş, savaş fenninde usta birer silahşor idiler. Askerlikten başka sanatları yoktu. Daima kışlada otururlardı, her an emre hazır ve düzenliydiler. O zaman başka devletlerde böyle yetiştirilmiş ve her an göreve hazır, daimî asker yoktu. Yeniçeriler, daima kendilerinden kat kat fazla orduları yenerlerdi.
Yeniçeri geleneği icat olunduktan sonra yayalara ulufe bedeli olarak tarlalar ve araziler verildi. Savaş dönüşlerinde ekip biçmeyle uğraşarak devlete hiç vergi vermemeleri kanun oldu. Yine bu şekilde Türk çocuklarından “müsellem” adıyla bir sınıf süvari tertip edildi. Onlara da tarlalar ve araziler verildi. Üstlerine bölükbaşılar ve sancakbeyleri tayin olundu.
İşte Alâaddin Paşa eliyle ve Kara Halil’in yardımıyla konulan ilk esaslı kanunlar bunlardır. Sonra bunlara ilave olarak yapılan kanunlar ve Osmanlı Devleti’nin büyüyen ordusu ile bütün dünyayı nasıl titretmiş olduğu, yeri gelince açıklanacaktır.
İznik’in Ele Geçirilmesi
Karatekin ve Dardağan kalelerindeki muhafızlar, İznik’i sıkıştırdıkları için oranın halkı, bağ ve bostanlarına gidemez olmuşlardı. Kale dışındaki gölden balık avına çıkanlar da o yiğitler tarafından avlanırlardı.
Hâlbuki Hristiyanların Birinci Ruhani Genel Meclisi (konsil) İznik şehrinde toplanmıştı. Bu şehir bir ara kayserin başşehri olmuştu. Rumların gözünde kutsal, muhterem ve meşhur bir şehirdi. Bundan dolayı İznik’e yardım için kayser, denizden bir ordu göndermişti.
Sultan Orhan ise casuslar vasıtası ile evvelce durumdan haberli olarak, ordusu ile İznik üzerine yürüdü. Kayserin ordusunun Yalova’ya çıkıp ileri hareket ettiği haberini alınca, oğlu Süleyman Paşa’yı bir askerî birlikle kayserin ordusuna karşı yolladı.
Süleyman Paşa, karanlık bir gecede kayserin ordusuna baskın düzenleyip onları dağıttı. Komutanı ile bazı subaylarını tuttu ve babasına sundu. O da oğlunun bu zaferinden iftihar duydu. Hemen İznik üzerine yürüdü. Ahalisi zaten uzun süre kuşatılmış olmaktan usanmıştı. Yardımlarına gelen ordunun yenilgisini ve komutanının esir edildiğini görünce tamamen umutlarını yitirerek aman dilediler. Sultan Orhan da aman verdi. İznik tekfuru İstanbul’a gitti.
Ama İznik ahalisi, Osmanlılar’ın adaletini görüp, onların hâkimiyeti altına girmeyi canlarına minnet bilerek hemen Sultan Orhan’ı karşıladılar. İznik Kalesi’ni teslim ettiler. İşte bu suretle Sultan Orhan yedi yüz otuz bir yılında İznik şehrini ele geçirerek Osmanlı memleketlerine kattı ve başşehir yaptı. İznik kazasını Bilecik Kadısı Kara Halil’e verdi. İznik’te boş kalan evleri gazilere bölüştürdü. Dul kalan Rum kadınlarını askerlerle evlendirdi.
Kuşatma günlerinde harap olan binaları tamir ettirdi. Yeniden imaret ve kervansaraylar yaptırdı. İmaretin açılış gününde halka ziyafet verdi. Nefis yemekler pişirtti. Bütün askeri ve ahaliyi yedirdi, içirdi. Kendi eliyle yemek dağıttı. Bir kiliseyi camiye çevirdi. Yüksek tahsil için bir medrese yaptırarak müderrisliğini Kayserili Şeyh Davud’a verdi. Osmanlı Devleti’nde ilk yapılan medrese budur.
Şeyh Davud Kayserî, o asrın en büyük âlimlerinden olup, içi dışı mamur bir kişiydi. “Metali”nin yazarı meşhur Kadı Ermevi’den ders okumuş, tasavvuf ilmini Sadreddin Konevi’den almıştı. Sonra İznik’te eser yazmakla meşgul olmuştur. Muhiddin-i Arabi’nin “Füsûs”u üzerine güzel bir şerh yazmıştır. O zaman Şam’da Muhiddin-i Arabi’nin tasavvufla ilgili eserleri, şeriatın dış görünüşüne aykırı görüldüğünden yerilmekteydi. Hatta yedi yüz kırk dört yılında, Halep’teki Asrûniyye Medresesi’nde meşhur İbni Verdi, “Füsûs” kitabını yırtıp okunmasının caiz olmadığını ilan etmiştir.
Mudurnu, Göynük ve Tarakçı’nın Alınması
İzmit Valisi Şehzade Süleyman Paşa’nın adaleti her tarafa yayılmıştı. Rum beylerinin saldırılarından usanmış olan halk, Osmanlı idaresini istediği için, yedi yüz otuz iki yılında Süleyman Paşa, Tarakçı Yenicesi üzerine hareket edince oranın tekfuru, ahalinin düşüncelerini anlayıp hemen Süleyman Paşa’yı karşıladı. İtaat ettiğini belirtti. Ahali de onun yönetimini kabul etti. Sonra Göynük ve Mudurnu da böyle aman verilerek alındı, Osmanlı ülkesine katıldı.
Bu memleketler öyle aman verilerek fethedilince, İslam askerleri başka yerlerde olduğu gibi ganimet elde edemediklerinden, Süleyman Paşa ganimete karşılık onlara araziler verdi. Bu, babası tarafından da uygun görüldü.
Şehzade Süleyman Paşa’nın Başkomutanlığı
Sultan Osman Gazi, askeri kendisi komuta ederdi. Sonra küçük oğlu Orhan Bey’i komutan yaptı. Ordu ile gönderdi. Büyük oğlu Alâaddin Paşa da yanında veziri konumundaydı. Orhan Bey tahta çıkınca babasının yolunda gitti. Sonra Alâaddin Paşa’yı vezir edindi. Memleketin işlerini ona bıraktı. Kendisi askerî işlerle uğraştı. Çandarlı Kara Halil’i başşehir olan İznik’e kadı yaptı. O zaman Osmanlı Devleti’nde kadıasker yoktu. Başşehir kadısı, başkadı demekti. Ordu ile beraber giden kadı, askerlik görevini görürdü. Alâaddin Paşa her hususta padişahın vekili, divanın başı idi. Yürütme kuvveti onun elindeydi. Başkadı konumunda bulunan Kara Halil de şehir ve kasabalara gönderilen hatip ve kadıların başvurduğu kimse idi. Alâaddin Paşa ise temel kanunların düzenlenmesinden sonra yine yalnızlık köşesine çekilmiştir.
Yedi yüz otuz üç yılında Şehzade Süleyman Paşa’ya komutanlık verildi. O zamana kadar komutanlar, kendi görev yerlerinde, fakat Sultan Orhan’ın emri altında vazife yaparlardı.
Oysa memleket genişleyip asker sayısı artınca bütün komutanlara baş olacak bir beylerbeyine ihtiyaç duyulmuştu. Bütün komutanların başı olarak askerî kuvvet onun elinde olacaktı. Bu bakımdan görevi pek önemli ve nazikti.
Nitekim Abbasi Devleti’nde emirü’l-ümera (beylerbeyi) olanlar, devleti baskı altına alıp sonra sultanlık etmişlerdi. Zamanla kelimelerin anlamı değiştiğinden, sonraları mir-i miranlık ve beylerbeyilik birer itibari rütbe olmuştur. Önceleri mir-i miran denilenlere sipahsalâr ve serasker denilmiştir.
Bu defa Şehzade Süleyman Paşa’ya İznik Eyaleti verildi. Ona ek olarak divanda müşir, yani rey ve tedbir sahibi olmak üzere sipahsalâr-ı asakir-i mansure (Allah’ın yardımına koştuğu ordunun başkomutanı) unvanı ile eski manasıyla mir-i miranlık (seraskerlik-başkomutanlık) makamı da birlikte verilmiştir. Buna ilişkin olarak kendisine babası tarafından bir ferman takdim edilmiştir.
Şehzade Süleyman Paşa’ya Verilen Fermanın Anlamı
“Benzeri bulunmayan hükümdarın Allah kudretini sürdürsün.” sözünün anlamı şudur ki İslam sınırlarının korunması,