Adile Hanım’ın kızı evden telaşla bağırarak:
“Anne süt koyulaştı. Pıhtı pıhtı bir şeyler oldu.”
Adile Hanım sıkıntıyla:
“Şuna kesildi desene…”
Hasnâ Hanım gülerek:
“Bakla yandı. Süt kesildi. Adile artık gitme de rahat rahat konuşalım.”
“Ayol ben buraya niye geldim sabahleyin?”
“Söylersin canım, dur hele benimki bitsin.”
Hasnâ Hanım kaşığın ucuyla zeytin yağlı dolmanın içinden tadarak:
“Ah Hasnâ, hınzır kahpe! Buna niçin bu kadar tuz doldurdun?
Ağu olmuş. Akşam yine azarı işit bakalım. Bu tuzlu dolmayı yiyenler, ‘Hasnâ yine koca istiyor.’ derler.”
“Aaa o nasıl lakırtı? Kocan yok mu?”
“Var yok gibi bir şey. Söyletme beni, şeyhin tembihi var. Bizimkinin kalıbını, kıyafetini gören aldanır. Sakalını boyadı. Onu da beceremez, yüzüne gözüne bulaştırır. Ben boyarım. Bunca işimden başka bir de başıma bu hizmet çıktı.”
“Sen elinle boyayıp da sokağa nasıl salıveriyorsun? Kıskanmıyor musun?”
“Yedi ili dolaşsa vallahi kalbime bir üzüntü gelmez.”
“Yalan söylüyorsun… Çok kıskanırsın bilirim, bilirim ben…”
“İşin içyüzünü de ben bilirim. Hadi oradan Adile, derdimi deşme. Şeyhin öğüdünü bozduracaksın bana şimdi… Boyayla erkek, erkek olaydı Hacı Fehmi’nin karısı yolunu sapıtmazdı. Koca dediğin erkek olmalı. Karagöz göstermeliğini ne yapalım? Yalnız kalıp kıyafet Yeniçeri Müzesi’ndeki heykellerde de var.”
“Karı, sen şeyhe gideli bütün bütün sapıtmışsın. Kocanla eğleniyorsun ayol? Saçlarını sen de boyuyorsun.”
“Benimki nezleden ağardı. Ben efendiden on yaş küçüğüm.
Tanrı’nın bildiğini kuldan ne saklayayım? Bizimki boyanır çekilir.
Onun boya artığıyla da ben boyanırım.”
“Boyananla eğleniyorsun da sen niye boyanıyorsun?”
“Ne yapayım ayol? Boyalı olsun ne olursa olsun, kurum gibi kara sakallı herifin karşısında ak saçla gezineyim de bana onun anası mı desinler?”
Hasnâ Hanım yine dolmanın içinden tadarak:
“Hanım, bu içe biraz daha pirinçle soğan karıştırsam acaba yola gelir mi?”
“Bırak biraz tuzluca olsun. Kocan belki bu kinayeyi anlar.”
“Ya Şeyh Keramet, sen bana sabır ver! Bu karı beni ulu orta söyletecek.”
“Hadi hadi anladım. Bilene anlatmak gerekmez. Bu dolmaya bir avuç daha tuz katsan yine boş. Şimdi sen onu bırak. Seninle lakırtı olmuyor ki… Her laf yüz yana dal budak salıyor. Kibar kızı göğsüne yazdırdığını yalatmış da derdinden kurtulmuş mu?”
“Hem de ne kurtulmak… Tertemiz olmuş. Ondan sonra şeyhin ermişliği ortalığa yayılmış. Giden gidene… Şeyh hokkasına mürekkep yetiştiremez olmuş. Güzel hanımların boyunları, göğüsleri karalama kâğıdına dönmüş. Şimdi sen o şeyhi bırak, yalayadursun. Benimkine gel…”
“Dinliyorum. Başka tarafa sapıtma kuzum.”
“A niçin sapıtayım deli? Şeyhime gittim. ‘İmdat şeyhim!’ yalvarışıyla ellerine, eteklerine sarıldım. ‘Sıkıntın nedir kadın, anlat.’ dedi. Hâlimi anlatmaya giriştim. Taa kızım Sabire’nin görücüye çıktığından başladım. Fakat kör olası çarpıntı geldi gırtlağıma yapıştı. Şimdiki gibi serbest söyleyemiyordum. Boğula boğula anlatıyordum. Şeyhin önünde kendi sözlerim yine kendime hanım bir dokunsun, bir dokunsun, başladı gözlerimden bela yağmuru gibi yaş dökülmeye… Şeyh dinledi, dinledi, dinledi. Bir zaman sonra gözlerini kapadı. Bir yönlere daldı, yine dinledi. Daha sonra esnedi, esnedi, esnedi…”
Bu aralık mutfak kapısında Sabire gözükerek:
“Anne, tencereye suyu fazla kaçırdım. Yemek bakla çorbası gibi bir şey oldu.”
Hasnâ Hanım öfkeyle:
“Patla uğursuz! İki çift lakırtı etmeye rahat yok! Senin yüzünden başıma gelenleri anlatıyordum. Su çok geldiyse bırak kaynasın. Biraz helmeli olur.”
Adile Hanım gülerek:
“Ey sonra şeyh esnedi, esnedi de uyudu mu?”
“Neye uyusun? Ben ona ninni mi söylüyorum ayol? Sonradan çarpıntım geçti, açıldım. Coştum söyledim, söyledim coştum. Şeyh esnemelerinden sonra uzun uzun gerinmelere başladı. Efendicağızıma lakırtımın kısası… Safiye ikide bir eteğimi çekiyordu. Ben tekkenin, şeyhin heybetiyle âdeta hâllenmiştim. Sonunda kalfa kulağıma eğilerek ‘Kadın artık kısa kes. Okunacak başka hanımlar var. Bekliyorlar.’ dedi. Şeyh güldü. ‘Boşuna yorulma hanım, ben teveccühe vardım. Kalbindekileri hep anladım. Uzun söze hacet yok.’ dedi. Ben kıpkırmızı kesildim, öyle ya, insanın içinde söylenecek şey varsa, söylenmeyecekleri de var. Acaba hepsini anladı mı diye yerin dibine geçtim. Şeyh gülerken birdenbire öfkelendi. Arapça bir şey okudu. Anlamadım. Sonradan kalfaya sordum. ‘İnsanın iyiliği dilini tutmasındadır.’ demekmiş. Efendim, ondan sonracığıma gözlerini açtı. ‘Her hastalık sıtmanın ta kendisidir. Sende lakırtı sıtması var. Yedi gün, yedi gece hiç lakırtı söylemeyeceksin. Ağzından dünya sözü çıkmayacak. İşitiyor musun kadın? Bu lakırtı hastalığı!.. Ha dur dur bakayım, dur. Ha ha… Bu lakırtı illeti, bu kötü dert seni öldürür. Doğru cehenneme götürür. Yedi gün, yedi gece bir ölü gibi susacaksın.’ dedi. Asıl ben şimdi ağlamaya başladım. ‘Ah iki gözüm şeyhim, bu nasıl olur? Ben bu suskunluğa girmeden önce mahalleyi değiştirmeli. Bizim mahalle dedikodunun kumkuma yeridir. Ya evdekileri ben dilimle idare etmesem ne yemek pişer ne bir iş görülür. Uyurken susmam yetişmez mi?’ dedim. ‘Hayır, o susuş uykudur, sayılmaz.’ karşılığını verdi. Oysa elmasım Adile, bizim efendinin dediğine bakılırsa ben uykumda da hiç durmaz sayıklar, gündüzün yaptıklarımı hep tane tane gece söylermişim. Ben lakırtı söylemekten ölmem. Söylemezsem ölürüm. Fakat şeyhi kandırmak mümkün olmadı. Sonunda ‘Peki, peki susarım!’ dedim. ‘Efendim, ondan sonra her gece ve her sabah bir odaya çekilip yedi bin yedi yüz yetmiş yedi ya sabur çekeceksin. Kalbindeki fitneyi, içindeki şeytanları dağıt. Susmaktan pek için sıkıldığı vakit kalbinle görüş, vicdanınla sözleş. Murtabakaya var.’ dedi. Hanım nasıl olur? Hiç insan kendi kendine görüşür mü?”
“Murtabaka değil, murakabe…”
“Ne demektir o?”
“Bizimki tekkeden geldiği vakit yapar da ondan bilirim.”
“Nasıl şeydir o, anlat.”
“Eline tespihi alıp bir köşeye çekilerek sessizce oturmak…”
“Adile, insan kalbiyle nasıl görüşür?