Dilaver: “Canım, hiç çalışmadan büsbütün avare yaşayışta da bir tat olur mu? Ölülerin gelip dirilere dayak atışlarına bakılırsa pek de aç durduklarına inanılamaz. Kendisini doyurmak için çalıştığımız mide de bize bu çabamızın zevkini vermiyor değil ki. Acıkmak, doymak, sevişmek, bunlardan başka hayatın ne sefası var?”
Orhan: “Dilaver, bu seninkisi kabaca materyalist düşünüş. Bunlardan başka hayatın çok ince zevkleri vardır. Ama duyguların bu yüksekliğine ulaşabilmek her insana nasip olan bir mutluluk değildir. Kütük gibi bir hamal ile rafine olmuş bir sanatçıyı düşün…”
Dilaver: “Ben ne bir hamal kadar kaba olmayı ne de göze görünmezlerle görüşecek kadar incelmeyi isterim, ikisi ortası…”
Bu tartışmayı süzgün bir gülümsemeyle dinleyen Talat Bey:
“Siz konuyu çığırından çıkardınız. ‘S. L. M.’ kimdir? Munis aile ruhu ne demektir? Niçin gelip de duvarınıza vuruyor? Şimdi mesele bu soruların çözümlenmesindedir.”
Orhan: “S. L. M. kendisini bize bu üç harfle tanıttırmış olan bir ruhtur. Munis bir dostumuzdur, iyi dilekli biridir. Sıkıldığımız zamanlarda gelir, bize doğru yolu gösterir, bize erişebilecek kederlere karşı alınabilecek tedbirleri bildirir.”
Talat Bey: “Haydi, bu söylediklerinize inanayım…”
Orhan: “İnansanız da inanmasanız da gerçek budur.”
Talat Bey: “Bu tık tıklardan maksadı nedir?”
Orhan: “İki haftadır kendisiyle görüşmedik, mutlak bize haber vereceği önemli şeyler var.”
Talat Bey: “Bu haberini nerede, ne vakit, nasıl verecek?”
Orhan: “Burada, isterseniz şimdi, masa başında…”
Talat Bey: “Beni bu hayırlı ruha takdim ediniz, insanlardan dostum yoktur. Bakalım ruhlarla sevişmekten bir fayda görebilir miyim?”
XVI
RUH BİR FELAKET HABERİ VERİYOR
Anneleri hanımefendi, mürebbiye Madam Sermin, Matmazel Leman masa başına çağırıldılar.
Hanımefendi: “Bu davet için biraz geç kalmış değil miyim?”
Orhan: “Ruhlar için geç, erken, gece, gündüz olmaz… Onlar bizim kullandığımız zaman ölçülerinin dışındadırlar.”
Madam Sermin, ulusuna özgü şen bir yüz ve kendi diliyle: “C’est le ‘S.L.M.’ qui nous appelle autour de la table. Je connais son habitude. Il s’annonce toujours par trois coups sect et bien rythmés, il est pressé. Il a quelque chose à nous dire d’une certaine importance.”29
Mürebbiye yıllardan beri ispritizma ile uğraşa uğraşa ruhları çağırmak için kendinde psychique30 bir kuvvet buluyor, bundan ötürü de medyumluğa özeniyordu. Başarı gösterdiği seanslar da yok değildi. Mürebbiye, anne hanımefendi, Talat Bey, Orhan, Turhan, Leman, Dilaver, yedi kişi altı kiloluk kadar bir masanın çevresinde sıralandılar. Lamba kısıldı. Baş ve serçe parmaklarla birbirine zincirleme eller masaya hafifçe değmekte… Bir çeşit alçak gönüllülükle bekliyorlar… Beş dakika… On dakika hiçbir gelen giden yok. Talat Bey böyle bir çağırmada ilk kez bulunuyordu, kayıpların ortaya çıkmasını bekleyerek yalvaran bir çeşit ibadet sessizliğiyle bu duruş tuhafına gitti. Hokkabaz Yahudi’nin elini havaya kaldırarak arkadaşını işaretle: “Aman Katakulli fukaradır, merhamet et” ten tutturduğu tekerlemeyi hatırladı. Öyle ya, gaibe söylenen o seslenişle ve gene gaipten beklenilen bu hareket arasında ne ayrıntı vardı? Talat Bey boğazını kikiştiren bir gülmeyi, bir öksürük gıcığı biçiminde yok etmeye uğraştı. Yutulan bu ufak fıkırtı bir sinir hâli gibi Dilaver’e sıçradı. Çocuğun ağzından gülme ile tıksırma arasında bir ses fırladı.
Medyum hiddetlenerek: “Ruhlar kendilerini hor görenlerden hoşlanmazlar. Bu masanın başına ya tam inanarak oturmalı ya da çekilmeli…”
Talat Bey: “Affedersiniz madam, ruhlara karşı bir saygısızlığımız yoktur. Ama böyle bir çağırılışta ilk kez bulunduğum için kendi durumuma gülüyorum.”
Mürebbiye Dilaver’e dönerek: “Mon enfant soyons sage, pas de bêtise!”31
Ve sonra ekledi:
“Bir iki gündür nezlem var. Medyumdaki küçük bir hastalık, psychique gücünü azaltır.”
Artık sesler kesildi. Derin bir sessizlik içinde bekliyorlardı. Mutlak marifetini göstermek isteyen medyum, bu kez kimseye bir suç bulamayarak ruha yalvarmaya başladı:
“Esprit… Allons… Levez la table. Du courage! Voyons! Un effort…” 32
Bu gülünecek şeye gülmemek için Talat Bey nefesini hesapla alıyor, Dilaver alt dudağını yutacak gibi çiğniyordu.
Mürebbiyenin Türkçe alaca bir konuşması vardı:
“Bu gece ruh bize dağildi. Amma kendisi bize çağirmiş. Niçin gelmediğ? İçimizde bir kabahat yapan mı vağ?”
Tabii masa başındakilerden kabahati üstüne alan biri çıkmadığı için medyumun bu sorusu karşılıksız kaldı.
Biraz daha bekledikten sonra mürebbiye: “Cette nuit nous n’avons pas assez d’effort psychique; mais encore un peu de patience, nous réussirons…”33
Gerçekten biraz daha sabır, sessizlik, tevekkülle masa kıpırdamaya başladı. Şimdi Talat Bey gözlerini dört açtı. Masa kendi kendine mi oynuyordu? Yoksa onu çevresindekilerden biri mi itiştiriyordu? Dikkatlice bir göz gezdirdi. Parmakların masa yüzeyine değmelerini şöyle dokunur dokunmaz çok hafif buldu ama epeyi ağırca masa oynuyordu.
Yanında oturduğu mürebbiyenin dizlerini, ayaklarını yokladı. Kadının masaya dokunur bir yanı yoktu.
Derhal alfabe usulüyle konuşmaya başlandı. Madam Sermin’in ruhları hep Fransızca konuşuyorlardı. Ama Orhan’la Turhan, iki vahiy kâtibi gibi masa ayağının öbür dünyadan vurduğu telgrafı hemen alıyor ve Türkçeye çeviriyorlardı. Mürebbiye sordu:
“Ruh kimsin?”
“S.L.M.’yim.”
“Niçin bizi beklettin?”
“Başka yerde soruşturmadaydım.”
“Nerede?”
“Şimdi söyleyemem.”
“Bir iki akşamdır duvarlara üçer defa vuran sen değil misin?”
“Benim.”
“Niçin vuruyordun?”
“Beni çağırasınız diye.”
“Acelen ne idi?”
“Önemli söyleyeceğim vardı.”
“Nerede soruşturmada olduğunu söylemiyorsun.”
“Söyleyemem.”
“Söyleyeceğim var diye acele kendini çağırtıp da hiçbir şey söylememek, bu nasıl olur?”
Masa titizlenir