Talat Bey: “Dilaver, oğlum, mesele önemli…”
Dilaver: “Ne var efendim? Anneme tayyare piyangosu mu vurdu?”
Talat Bey: “Bu evde vuran bir şey var ama piyango değil.”
Dilaver: “Ruhlar değil mi? Bu ruhlarla dost olmaktan başka çare yok. Bu ciltleri kitaplıktan alıp ben de okuyorum. Hani ya bir gazete bir başlık kullanıyor ‘ister inan, ister inanma’… Çünkü laflarda okuru inandıracak kuvvet olmadığından kimseyi hiddetlendirmemek için inanmamak kapısını açık bırakıyorlar. Bu, ben atar tutarım ama sen gene hep temkinli ol. Çünkü akıl almaz şeylere akılsızlar inanırlar demektir. Dayı beyefendi, öyle şeyler okudum ki inanayım mı, inanmayayım mı? Bir türlü kestiremiyorum.”
Talat Bey: “Neler okudun?”
Dilaver: “Ruhların çağrıldığı bir toplantıda hayatında zulüm görmüş bir ruhla zalim birleşmişler… Mazlum ruh tekme tokat içirmeye başlamış… Ne oluyoruz diye masa başındakiler hep ayağa kalkmışlar. Şimdi intikamcı rolüne geçen mazlum ruh: ‘Durunuz efendiler, olayı size anlatayım. Falan tarihte ben hayatta iken bu gaddar herif bana şu, şu, şu zulümlerde bulundu.’ diye hancının hikâyesini ayrıntılarıyla anlattıktan sonra gene bütün şiddetiyle dayak muhabbetini sürdürmüş. Odadaki masalar, sandalyeler, etajerler devrilmiş; aynalar, camlar kırılmış, lambalar sönmüş, suçları olanlar ve olmayanlar görünmez eller tarafından bir güzel pataklanmışlar…”
Orhan: “Roma’da yayımlanan 1921 tarihli Spiritite dergisinde Bozzano imzasıyla anlatılan Oporto olayı mı?”
Dilaver: “Hayır, o da başka.”
Talat Bey: “Siz bu ispritizma olaylarının hafızı olmuşsunuz. Hepsini sayfası sayfasına, bölümü bölümüne biliyorsunuz. Ben size yetişebilmek için daha çok zaman çıraklık edeceğim galiba?”
Orhan: “Hayır dayı bey, ispritizmada her şeyden önce istidat gerektir. Eğer ruhsal alışkanlığınız çoksa çabuk ilerlersiniz.”
Talat Bey: “Ne o, beni ispritizma okuluna mı başlatıyorsunuz? Ben bu meseleyi objectivement26 incelemek isterim, subjectivement27 değil.”
Orhan: “Ruhlar söylemek istediklerini anlatmak için bazen insanın düşlerine girerler. Rüya da objectivement görülemez ya!”
Talat Bey: “Yavaş yavaş beni sağlığımda ruhlara karıştıracaksınız. Rüya bir réflexe etkisiyle bile görülür.”
Orhan: “Herhangi bir image’ın beynimize yansımasında ruhlar bir etken olamazlar mı? Bu sözümün sonra çok örneklerini göreceksiniz.”
Talat Bey: “Uzun mesele yavrum, dur şimdi öteki şeyi anlayalım. (Dilaver’e dönerek) Çocuğum, deminden sen bize bir oyun edip kaçtın.”
Dilaver birden bire afallayarak: “Nasıl oyun beyefendi?”
“Yavaş yavaş buraya geldin… Dışarıdan şu duvara üç defa tık tık vurduktan sonra kaçtın.”
“Kapı eşiğine oturmadım ama bu iftiraya nasıl uğradığımı anlayamadım.”
“Ben hemen dışarı koştum. Seni sol tarafa doğru kaçarken gördüm.”
Talat Bey böyle bir şeyi görmemişti. Eğer gerçekten duvara Dilaver vuruyorduysa şaşırtmaya getirip ona yaptığını itiraf ettirmek için böyle söylüyordu.
Dilaver biraz kızarıp bozararak: “Karşınızda yalan söyleyemeyeceğim gibi durup dururken ben gibi bir âcize böyle bir iftiraya haşa tenezzül etmeyeceğinizi de bilirim. Beyefendi, bana büyük bir korku verdiniz!”
“Nasıl korku?”
“Demek ki şu duvara dışarıdan vuruldu. Hemen koşup baktınız, bana benzer bir şeklin kaçmakta olduğunu gördünüz.”
“Evet.”
“Nasıl isterseniz size temin edeyim efendim, vuran ben değilim. Sizi de yalancılıkla itham etmek haddim değildir. Bana benzer bir hayalet görmüş olacağınızı muhakkak sayıyorum. O hâlde durumun vahametinden yüreğimi büyük bir korku sarıyor.”
“Ne gibi?”
Dilaver etrafında bir şeyler seçmeye uğraşır bakınmalarla:
“Bu evde bana benzer bir hayalet peyda olduğu görülüyor.”
Çocuk daha lakırtısını bitirmeden bir rakkas düzeniyle duvara üç kez daha vuruldu.
Yüzlerde büyük bir hayret durgunluğu peyda olduğu sırada Dilaver lambayı kaparak sofaya atıldı.
Talat Bey arkasından bağırıyordu:
“Çocuk nereye?”
“Hayaletimi görmeye gidiyorum!” dedi. Ama hiçbir şey göremeyerek iki dakika sonra kaçık bir yüzle geri döndü. Dilaver, kendinden edilen şüpheden artık tamamıyla temize çıkmıştı. Ama Talat Beyce bu muammanın çözümlenmesi gerekiyordu.
Orhan’la Turhan, anlamı yalnız kendilerince bilinen bir yüz buruşturmasıyla bakıştılar. Bu hareketleriyle birbirine ne anlattılar? Talat Bey’e bu da merak oldu. Sordu:
“Birbirinize ne işareti verdiniz?”
“Kimin vurduğunu tanıdık?”
“Kim?”
“S. L. M.”
“Bu üç harf bana hiçbir kimlik söylemiyor. Bu, ruhsal bir kişi midir?”
“Evet.”
Dilaver uğradığı iftiradan dolayı biraz yitirmiş olduğu neşesine dönerek: “Birinci muammayı beyefendiler, bir ikinci muamma ile izah ettiler. Bu ‘S. L. M.’ azılı bir ruh olmasın? İş şaka olmaktan çoktan çıktı. Bu tıkırtılara razı olalım. Ve ciddi düşünelim. Ölülerle bir gelmiş geçmişimiz var mı? Bu evin altını üstüne getirdikten sonra hepimize sopa çekerlerse…”
Orhan: “Korkma Dilaver. ‘S. L. M.’ munis bir aile ruhudur.”
Dilaver: “Ne kadar munis olsa o ölü, ben diriyim. Mümkün değil kaynaşamam.”
Turhan: “Onlar bize üstün bir hayata geçmişler. Onlar bizi görüyorlar, biz onları göremiyoruz. Biz beş on kilometrelik bir yola gitmek için vapura, tramvaya, otomobile biniyoruz. Onlar için uzaklık yok. Milyonlarca fersahlık uzaklıklara bir anda geçiyorlar. Uzay hayatına oranla dünya hayatı karanlık bir hapishane hücresinde prangaya vurulmuş olmaya benzer. Onlar kuş, biz yerlerde sürünen solucan…”
Dilaver: “Ölümü bana ne kadar methetseniz beğendiremezsiniz. Prangaya vurulayım. Solucan olayım. Bu toprağın altında değil, üstünde yaşamak isterim. Uçmaya heveslenirsem uçağa binerim. Ruh olup da uzayın boşluklarında umacı gibi dolaşmak hoşuma gitmiyor.”
Turhan: “Bizim mide ve sindirim dolayısıyla organizma sistemimiz fena, ağır, pis kokulu ve estetik dışı… Dünyamıza hiç benzemeyen öyle gezegenler var ki hiçbir şey yemeden yaşıyorlar.”
Dilaver: “Yemezler, içmezler ve erkeklik dişilik onlarda olmaz. Bizim ilmihâlciler bu melekçe yaşayışı Avrupa ukalasından çok önce keşfetmişler.”
Turhan: “O cennet benzeri dünyalar halkı, balıkların