Kocakarı: “Damadım, imameti de olduğu için, eski kisvesini muhafaza edebildi.” dedi.
Misafirleri bir maltalıktan geçirip orta katta temizce bir odaya aldılar. Burası özel bir ev olmaktan çok, tekkeye benziyor. Bütün duvarlar hadisler, Arapça yazılı levhalarla kaplıydı. Sanki büsbütün tekke olmak için yalnız Cihar-ı Yar-ı Güzin16 eksikti. Oraya buraya serili koyun, keçi postları, ceylan derileri… Çivilere asılmış teberler, keşküller… Binlik tespihler… İçleri Ayet-el Kürsi yazılı sarı taslar… Buhurdanlar, insan boyunca cami şamdanları, kudümler… Bütün bu tekke eşyasından saçılan kurs, öd ağacı, amber kokuları her yana sinmiş gibiydi. Evin havasında girenleri biraz sarhoş eden bir ağırlık vardı.
Buraya okunmak için gelenler nefesin etkisini artıracak bir maneviyat çevresinde bulunduklarından şüphe edemezlerdi. Kıbleye doğru serilmiş seccadeler, ziyaretçileri namaza, ibadete çağırıyordu.
Geniş odanın hiçbir tarafında kerevet, sedir, kanepe, koltuk, sandalye gibi ilişecek eşyadan eser yoktu. Kendilerine yol gösteren kocakarının işareti üzerine misafirler postlara, seccadelere, halılara oturdular.
Kadın: “Teşrifinizi efendiye haber vereyim.” sözüyle dışarı çıktı.
Diz çökmeye, bağdaş kurmaya hiç alışkın olmayan Orhan’la Turhan biraz çarpık durumda yerleştikleri yerden bu cami, bu tekke bozuntusu odanın her yanına dikkatle bakıyorlardı. Hiç kuşkusuz kendi düşüncelerince burası ruhlar uğrağı mübarek bir yerdi. Ahiretten dünyaya gezmeye çıkan ruhlar, böyle mabetlerin ve mabedimsi yerlerin kuytuluklarından, loşluklarından hoşlanırlardı. Hatta bazı eşyada ruhları kendine çeken tılsım özellikleri vardı. Cami, tekke, kilise, mezarlık gibi ruhani yerlere ve ölülere ait şeylerin alelade bir eve getirilmesiyle oraya ruhları toplamak kabildi.
İki kardeş Camille Flammarion’dan bu konu üstüne bazı bilgiler okumuşlardı:
Ünlü edebiyatçı dostumuz Pierre Loti, Doğu’dan Fransa’ya mezar taşları, sandukalar, cami kandilleri, mihrap mumları, şamdanları, seccadeler, sebil tasları, parmaklıkları cinsinden birçok eşya getirerek Rochefort’daki evinde âdeta bir cami dairesi yaptırtmıştı. Edebiyatçının ölümünden sonra da burası isteyen ziyaretçilere gösterilmektedir. Bütün dünya basınında resimleriyle birlikte edebiyatçının bu garip mescidinden çok kez söz edilmiştir.
İşte burada bu uhrevi eşyanın etkisiyle ruhlar ortaya çıktığını, duvarlara vurarak Loti’yi uykudan uyandırdıklarını ve gezindikleri yerlerde ayak izleri bıraktıklarını kendisi anlatmış. Ama bu ünlü romancı ölümden o kadar dehşetle korkarmış ki bu konu üstüne kendisiyle fazlaca görüşebilmek kabil olmazmış. Loti bütün eserlerinde kısık nağmelerle ölümün şarkısını söylemiş, bir buhurdan gibi kalemiyle yüreğindeki hep bu gizli korkunun tütsüsünü saçmıştır.
Beyler bu duyguyla etrafa göz gezdirmekte iken Dilaver birkaç kez diz çökmekten bağdaşa, bağdaştan diz çökme vaziyetine gelerek: “Mevlit mi okunacak? Bu sadaka bekleyen dilenci oturuşundan dizlerim ağrıdı.”
Hanımefendi sertçe:
“Başlama kuzum. Buranın tuhaflık edecek bir yer olmadığını görüyorsun.”
Dilaver, sağ dizini indirip sol dizini kaldırarak: “Bir türlü yerimi beğenemedim. Burası Mısır Çarşısı gibi kokuyor. Gönlüm bulanıyor. Başım dönüyor. Sakın bize büyü yapmış olmasınlar?”
Çeşmifettan oğlunu omzundan sarsarak: “Sus, hanımefendiyi kızdırıyorsun.” dedi.
“Kabahat onda değil, bende, alıp da buraya getirdiğim için.”
Orhan’la Turhan, Dilaver’in alışkın oldukları bu tuhaflıklarına gülüyorlardı.
O sırada içeriye deve yürüyüşüne benzer ağır adımlarla Battalzade Abdüsselam Efendi girdi. Gerçekten Battalzade lakabına uygun, enine boyuna, minare kırması bir adam…
Battal oğlu ile göz göze gelince Dilaver’in yüzü kızardı, dudakları kıpırdadı. Ama hanımefendiden çekinmesinden lakırtılarını yuttu. Bir şey söylemedi. Bu gördüğü adam geceki apparition ile öz kardeş sanılacak kadar birbirine benziyorlardı. Farkları yalnız sakallarının ak, uzun, kır, kısa ve kaşlarının kalınlıklarından ibaretti.
Ama eğreti bir sakal takmak, boyayla kaşlarının biçimini değiştirmek olamaz mıydı?
Şeyhin başında sarık, sırtında haydariye vardı. Kendisine mahsus posta oturduktan sonra elini göğsüne götürerek misafirlerini birer birer selamladı. Dilaver o kadar komik bir jestle selam aldı ki Abdüsselam Efendi ince bir gülümsemeden kendini kurtaramadı. Ve ilk bakışta dikkati bu çocuğa kaydı.
Bu selamlaşmadan sonra bir sessizlik süresi geçti. Battal oğlu ağız açmıyor, ilk sözü ziyaretçilerden bekliyordu.
Sonunda hanımefendi saygılı bir davranışla başladı:
“Efendim, biz Velittin Paşa ailesiyiz.”
Şeyh bir memnunluk gülümsemesi gösterdi.
Hanımefendi: “Babanız merhumla Paşa’nın arasında eski bir dostluk vardır.”
Şeyh hafif bir baş sallayışıyla bu sözü tasdik etti.
Hanımefendi: “Geçen akşam Battal Hazretleri tarafından manevi bir işaret oldu da muhterem ailenizi ziyarete geldik.”
Battalzade: “Çok iyi ettiniz efendim, memnun oldum.”
Beyleri göstererek: “Oğullarınız?”
“Evet, efendim.”
Dilaver’i işaretle:
“Ya bu velet?”
“O da oğlum demektir efendim, ailedendir.”
Dilaver boynunu çarpıtarak baygın bir durum aldı.
Abdüsselam bir süre sessizliğe daldıktan sonra:
“Evet, babamın paşa merhumla olan dostluğunu hatırlıyorum. Keramet taslamak gibi olmasın, yakında sizinle görüşeceğim hakkında bu duacınıza da işaret vuku buldu. Paşa, merhum babamın nefesine alışıktı. Şimdi bu manevi görev bana geçti. Babam, babalarını nefeslerdi. Oğul da oğullarını nefesleyecektir.”
Hepsini birer birer önüne çağırarak şakaklarını hafif hatif sıvaya sıvaya nefesledi.
Bu üfürükçü elinin şakaklarına her dokunuşunda Dilaver yerinden bir parça zıplıyordu.
Şeyh “Rahat dur ya velet!”
Dilaver: “Battal Efendi ben gıdıklanırım.”
Şeyh: “Bu velet karışık.”
Dilaver hayretle:
“Ben mi karışığım?”
“Evet, evet.”
“Ne ile karışığım? Ben Balık Pazarı’nda fıçıda oturmuyorum ki karışık olayım.”
Abdüsselam çocuğu biraz sarsarak: “Bu lakırtıları velet kendisi söylemiyor. Ona söyletiyorlar. Bunu zapt etmişler. Dikkat buyurunuz, bu hâlde bırakırsanız bir iki yıl sonra büsbütün aptal olur.”
Çeşmifettan telaşlıca: “Kime çekti bilmiyorum. Acayip hâlleri vardır. Bazı bazı celallenir.”
Şeyh: “Euzü billahi mineşşeytanirracim, bu çocuğun içinden onları çıkarmalı.”
Dilaver üfürükçünün önünde kabararak: “Efendim, benim içimde bir şey yok. Daha sabahleyin kahvaltıdan başka bir