Gönül Bir Yel Değirmenidir, Sevda Öğütür. Hüseyin Rahmi Gürpınar. Читать онлайн. Newlib. NEWLIB.NET

Автор: Hüseyin Rahmi Gürpınar
Издательство: Elips Kitap
Серия:
Жанр произведения:
Год издания: 0
isbn: 978-625-6485-80-8
Скачать книгу
evin içindekilerden boyumun ölçüsünü aldıktan sonra dışarıda satın aşk aramaya çıktım. Beliren böyle bir isteğinizin yerine getirilmesini kolaylaştıracak çevrede çok eş dost ortaya çıkıyor.

      Kendi yaşımda birkaç arkadaşla biz dadandık mı dadandık… Aç kurtlar gibi devamlı olarak hep bu eğlencenin ardını kolluyorduk. Bu evlerin sayıları, yerleri, deyim uygunsa, mallarının güzellikleri hakkında muhabbet tellallarından epey bir bilgi edinmiştik. Filan sokakta, filan numarada bir tane yeni ev açılmış. Sıcağı sıcağına biz hemen oraya düşerdik.

      Şaşılacak şey, savaş sırasında alışveriş durdu. Birçok ticaret evleri söndü. Bankalar top attı. Ama fırınlarla sevda satan bu tür alışveriş yerlerinin kazançları arttı. Demek halkın en büyük, en vazgeçilmez ihtiyacı bu iki şeyde duyuluyor: Ekmek ve sevda…

      Bu sanattaki kaçakçılık öteki ticaretlerden çok fazla. Öyle kadınlar bu yola dökülmüşler, öyle kerli ferli adamlar muhabbet tellalı olmuşlar ki onlar söylerken siz utanır, ellerine para vermeye sıkılırsınız.

      Buralara kendi evimden daha serbest girip çıkacak kadar alıştım. Direktris karılara hala, teyze, evet böyle en yakın akraba adlarını veriyordum. Onlar da bana evlat diyorlardı. Dost tutmanın bütün ince hilelerini öğrendim. Çıkan patırtılarda telle sabun kalıbı ayırır gibi pürüzsüz racon kesiyordum.

      Soğukluk hastalığı önemsiz ama eskimiş bir nezle biçimini aldı. Ceplerimde ilaç şişeleri, hap kutuları, permanganat dö potaslar, süblimeler, şırıngalar… Bu hastalığa özgü bir küçük hastane taşıyorum. Her şey var. Yalnız havalanmış kafamda üç gün rahat durmak, perhiz tutmak gücü yok.

      Doktorlar elimden el’aman çağırıyorlar. Bazen onlara bütün bütün kızıyorum. Kendi kendime tedavi yolları bularak uzun süre yanlarına uğramıyorum. Nezlem azıyor mu azıyor. Berbat oluyorum.

      Evdeki üst kat helanın musluk taşı altındaki dolap âdeta ufak bir laboratuvar hâlini aldı. Ayakyoluna kapanıyorum. Uzun süre çıkmıyorum. Annem içeride ne yaptığımı merak etmiş. Bir gün ben evde yokken musluk dolabını açmış. İçini karıştırmış. Bulduğu şişeleri, kutuları şırıngaları gözden geçirmiş, bir şey anlayamamış.

      Bir şişe, bir kutu, bir şırınga, bir suspansuar almış. Bir kâğıda sarıp tanıdığı bir eczacıya giderek: “Rica ederim, bana söyleyiniz. Bunlar hangi hastalıkta kullanılır?” demiş.

      Eczacı gülmüş. Orada yaşlıca bir doktor oturuyormuş. İnce bir gülümseme ile karşılık vermiş:

      “Hanımefendi, bunlar başları havalanmış zamane gençlerine özgü bir hastalıkta kullanılır. Evlenmeleri geciktirilen delikanlılar bu hastalığa tutuluyorlar.”

      Annem: “Aman efendim, tehlikeli bir hastalık mıdır? Allah kimin varsa bağışlasın. Artık olup olacağı yok. Bir erkek evlat…”

      “Tehlikelidir hanımefendi. Nasıl söyleyeyim? Bu hastalığın öyle korkunç türleri vardır ki…” demiş, doktor yutkunmuş.

      Annem fitili almış. Eve koşmuş. Gece ağlayarak tehlikeyi babama anlatmış. Babamın kalbi, kafası, ahlakı tertemiz, saf bir adam… O da annem kadar bu hastalıkların cahili. Ana tarafından Kazasker Lütfullah, baba tarafından Hafız Aşir Efendilerin torunuyum. Bu iki kutsal kişi birleştikleri vakit Türkçeyi bile tecvit üzere konuşurlardı.

      Aşir Efendi beni Şadan’ın son hecesini dört elif ölçüsünde çekerek çağırırdı. Beni sevişlerinde, aksırışlarında, seslerinin bütün titreşimlerinde Kur’an’ı okuma kurallarının biçimleri seçilirdi. Güzel sesle ve kuralla Kur’an okumayı öyle bir alışkanlık hâline getirmişlerdi ki konuşurken bile kör hafız gibi sallanırlardı. İşte ben böyle beş vakit namaz kılan saygın kişilerin torunuyum.

      Annemle babam o akşam karşı karşıya geçer, konuşurlar. Beni evlendirmeye karar verirler. Annem oraya buraya dolaşmaya çıkar. Eşe dosta benim için uygun bir kız ısmarlar.

      Anam, babam ikisi de saf, Müslüman kalpli, insancıl ama bu noktadaki çıkarlarını da birçokları gibi enine boyuna düşünmekten kendilerini alamazlar. Beni zengin bir kız babasının yanına iç güveysi vermek isteğine kapılırlar. Bu kusurlarında yalnız çıkar düşkünlüğü değil, elbet koskoca bir bencillik de var.

      Ben çapkınlıkta uçarı bir düzeye gelmiş, gizli hastalıklara uğramış, ahlakı bozuk bir gencim. Beni, yani oğullarını kurtarmak için, zavallı günahsız bir kızın başını yakmaktan çekinmiyorlar.

      Uygun bir kız buluncaya kadar çok üzüntü çektik. Hem anamın babamın arzularına hem benim zevkime uygun biri bir türlü ele geçmiyordu. Çünkü onların seçme şartlarıyla benimkiler taban tabana zıttı.

      Onlar şartlarından bazılarını değiştirmek zorunda kaldılar. Ben de bazı şeylere göz yumdum. Bir ikisine hemen hemen söz kesiliyordu. Ama beni kız evine yermişler. Evlere şenlik, uçarı çapkındır demişler. İş bozuldu.

      Nihayet bir kız bulundu. Bu, anamın babamın fikirlerine pek uygun değildi ama benim kafama göre idi. Rubaîzade Didar Bey ailesi… Modern bir kayınpeder…

      Nikâh kıyılacağı sıralarda yazıyla ve sözle beni Didar Bey’e de geçmişler. Ama koca herif hiç önem vermemiş:

      “Ben zaten çapkın damat arıyorum. Uslu, durgun, aptal delikanlılardan hoşlanmam.” sözleriyle gammazların laflarını ağızlarına tıkamış.

      Gördünüz mü şapır şupur eli öpülecek kayınbabayı!.. Araya dedikodu, soğukluk karışmasın diye işi çabuklaştırdılar. Her şey oldu, bitti. Haftaya güvey giriyorum.

      Beni çekiştirenlerin haklarını nasıl çürütmeye çalışayım? Ancak insanların yaratılışlarında yalnız bir tuhaflık vardır ki övmeye üşenirler de yermekten haz duyarlar. Adam çekiştirmesi o kadar tatlı bir şeydir ki hele bizimki gibi sosyal eğlencelerin kıt olduğu bir memlekette bu en zevkli bir uğraşının yerini tutar.

      Beni çekiştirenlere hem kızıyor hem de hak veriyordum. Çapkınlık vücudumdan çatlak testi gibi sızıyordu. Böyle eskiyerek yerleşmiş akıntılarımla meşru bir döşeğe giremezdim. Doktora koştum. Beni görünce zavallı adam bağırdı:

      “Perhiz etmezsin. Uslu durmazsın. Verilen doktor öğütlerinin hiçbirini tutmazsın. Bana neye geliyorsun?”

      “Beni sıkı bir muayene geç… Üç dört günde tertemiz edecek bir fen mucizesi göster.”

      “Fende mucize yoktur oğlum. Her hastalığın bir geçiş süresi ve tedavi yolu vardır. Tıp ‘Tretiman’ın da dörtnala koşamaz. Kendi olağan yürüyüşü ne ise işte o kadar gidebilir.”

      “Ama doktorcuğum, kesinlikle buna ihtiyaç vardır. Gerekli bir şey bu…”

      “Zaten tedavisi zorunlu sayılmayacak bir hastalık düşünülebilir mi? Çocuk olma.”

      “Her şeyde hız, çabukluk olanaklar içinde söz konusudur. Olabildiği kadar kısa bir süre içinde beni iyi edeceksiniz. Çünkü iş başka…”

      “Siz ‘Gut Militer’ ile kardeş olalı kaç yılı buldu? Sizi ondan, onu bizden nasıl ayırabilirim? Beraber yer, beraber içer, beraber azarsınız. Siz çaresiz onun bu sırnaşıklığına katlanıyor, uzun kaynaşma sonunda onu kendinize dost olmuş sanıyorsunuz. Ama o sinsi sizde öyle fena yıkıntılar, bozukluklara sebep oluyor ki…”

      “Ah doktor, ah! Siz beni muayene etmeyeli epey bir zaman oldu. ‘Gut Militer’ benim iyilik azmanımdır. Şimdi çok fenayım. Sizden yine hastalığımın ‘Gut’ dönemine getirilmesini