Bir delikanlı gençlik ateşinin kafasında yarattığı resme kavuşmak için evlenir. Bu hayal, kollarının arasında canlandığı gün özlemin birleşmeden daha tatlı olduğunu anlar. Bunun içindir ki çok defa sahip olduğu şeyin dışında istekler tutuşur. İşte bu nedenle erkek aşkta hercaidir. Ettiği bağlılık vaadine harfi harfine inananlar aldanırlar.
İleri gidiyorum galiba? Bu sözlerimle kocaları karılarının şüpheleri altında ezdirmekten korkuyorum. Ama başımdan geçenleri anlatırken sözlerime yalan karıştırmayacağım. Sosyal ikiyüzlü geleneklerimizin, zorunlu saydığımız hile ve yalanlarımızın dışına çıkacağım. Karının kocayı, kocanın karıyı bunca yüzyıllardan beri aldattığı yetişmez mi? Bu gerçeğe renksiz gözlükle bakamayanlar yaraları olup da gocunanlardır.
Karımı aldatmakla ben yeni bir hıyaneti ortaya atmış olmuyorum. Babamın anama, dedelerimin ninelerime yaptıklarını yapıyorum.
Birçok hanımların yumruk kaldırarak beylerine şöyle dediklerini işitiyorum: “Söyle bakayım, beni kaç defa aldattın? Seni gidi babasının oğlu seni!..”
Bu yumruk karşısında bey bıyık altından incecik bir gülümseme ile inkâr yolunu tutmuyor mu? Kesinlikle böyle bir şeyin söz konusu olamayacağını anlatmaya çalışmıyor, diretmiyor mu? İşte bütün hileler bu gülümsemede gizlidir. Ama hanımefendiler, acele etmeyiniz. Ben günah defterimin yapraklarını önünüzde yüksek sesle okuyarak çevirirken hayatınıza değinen satırlara rastlayacaksınız sanırım. Çünkü her koca bir parça benim gibidir. Sevdada açgözlü, sinsi ve inkârcı…
2
Havalanan delikanlıları ne yaparlar bilirsiniz. Hemen evlendirirler. Bu genç uçurtmaların ipleri becerikli ellerde idare olunmazsa onlar yine havalanırlar. Hem de öncekinden birkaç kat yükseklikte bir haşarılığa… Çünkü kadın kocasından daha küçük bir çocuktur. Tecrübeli, bilgili, yaşlı kadınların tutamadıkları bu sevda azgınlarıyla nasıl baş edilecek?
Anamın babamın beni evlendirmekteki acelelerinde önemli bir neden daha vardı. Onlar beni kendilerince uygun buldukları biriyle evlendirmezlerse benim, başlarına hiç hoşlarına gitmeyecek bir gelin getirmemden korkuyorlardı. Bu endişelerinde pek de haksız değildiler.
Ben, komşumuz kahvecinin kızı Mesrure’ye mektup yazmakla işe başladım. O bana cevap verdi. Çarpık satırlı, f’lerin, m’lerin başları belirsiz, cımcılız bir yazısı vardı. Ama her kelimesi büyük bir çekicilikle beni çıldırtır, büyülerdi. Böylece ikimiz de çıra gibi tutuştuk. Bir fırsat bulup da görüşemezdik. Pek seyrek olarak iki evin tahtaboşunu ayıran tahta perdenin arasından ancak birkaç kelimecik konuşabilirdik.
Ağlayarak rica ederdim. Mesrure, yeni kopmuş bir goncaya benzeyen parmağının ucunu budak deliğinden bizim yana uzatırdı. Öperdim, öperdim, öperdim… Doyamazdım. Bazen dişlerimin kıskacı arasında tutar, salıvermezdim.
“Aman bırak, annem geliyor!” diye yalvarırdı.
Bir gün gözüm o kadar kararmış ki tahtaboşta gezinen anayı, kızı zannederek: “Dön, biraz yüzünü göreyim… Yanıyorum, insaf…” ricasıyla ahlar saçmıştım.
Kadın bana yüzünü çevirince budak deliği önünde ne büyük bir pot kırdığımı anladım. Ama o, Mesrure’nin anası, bu ateşimi kendi üzerine alarak: “Sen de adam oldun da güzel kadınlara ah mı çekiyorsun? Bak, işte doya doya gör yüzümü…” demesin mi?
O akşam Lütfüyâr Hanım bize kendi eliyle pişirdiği bir tabak tatlı gönderdi. Her şeyde olduğu gibi kadınların beğenilmek hususunda da kendilerine karşı ne büyük bir niyetleri bulunduğu ve bu hataları yüzünden ne gülünç patavatsızlıklara düştükleri gözümde belirlendi.
Ah bu, benim için düzeltilmesi ne kadar tehlikeli bir hata idi. Ama çok sürmedi, gerçek ortaya çıktı.
Bir yaz gecesi her iki evde de el ayak çekildikten sonra bizim taraftan öte yana uzanan asmaya tırmanarak Mesrure’nin tahtaboşuna geçmek istedim. Kız da beni öte yanda tiril tiril sevda titremeleri içinde bekliyordu. Ama çürük tahta perde ağırlığıma dayanamadı. Gürül gürül öbür tahtaboşa kapandı. Mesrure az kaldı altında ezilecekti. İki evden de gürültüye koştular.
Benden gece tahta perdenin üzerindeki cambazlığımın nedeni sorulduğu vakit, koruk koparmaya çıktığımı söyledim.
Gece yarısından sonra döşeğimden kalkıp koruk koparmak… Bu yenir yutulur yavelerden değildi. Zavallı Mesrure, öyle vakitsiz tahtaboştaki gezintisine hiçbir sebep uyduramadı. Dayak yedi.
Sonra mektuplarımız tutuldu. İş anlaşıldı. Lütfüyâr Hanım benim kendine değil de kızına yandığımı öğrenince zavallıyı dayak altında çürüttü. Benim aşağılık bir çapkın olduğumu komşulara yaydı. Artık tatlı tabaklarına karşılık şimdi o taraftan bizim eve zehir zemberek sözler esiyordu.
İşte ilk aşkım böyle bir yıkılış acısıyla sona erdi. Ama bu birinci deneme bir hayli gözümü açtı. Ben bütün genç kızlarda toy bir Mesrure ve analarda kızlarının sevgililerini benimsemek hatasına düşen birer Lütfüyâr Hanım görüyorum.
Birkaç komşu kızıyla daha serüvenler geçirdikten sonra evdeki hizmetçilerle yetinmek zorunda kaldım. Bunun da ne belalı sakıncaları var.
Of Züleyha, Züleyha!.. Bu, esmer, çatık kaşlı, abanoz karısı gür saçlı, devamlı gözlerinden iki sevda damlası akacak gibi sulu bakışlı, iri yarı bir kızdı. Evi hep o çeker çevirirdi. Onun sarı pirinç mangalları ovan, kaloşlarımızı temizleyen, çatlaklarına kir dolmuş, nasırlı, pürüzlü hizmetçi ellerini içim titreyerek koklaya koklaya öptüğümü şimdi hatırlıyorum da burnuma kirli çamaşır sepeti gibi bir koku geliyor. Gönlüm mü bulanıyor sandınız? Perim aşağılıktır. Ben böyle kirli karılardan hoşlanmak hastalığına tutulmuşum.
İşini bitirsin de biraz seveyim diye çamaşırlığın aralığında, kiler köşesinde, bodrumlarda onu beklerdim. O, kömür tozu bulaşmış, is kokan yanağını bana uzatacak bir fırsat anı bulurdu. Bazen yanımdan geçerken çirkefli eliyle yüzümü sıkmak gibi kaçamak okşayışlarla bana iltifatlar ederdi.
Gide gide pek kıskanç, çekilmez oldu: “Sen sokakta giderken Ratibe Hanım’ın penceresine niçin öyle dikkatli bakıyorsun?” yahut “Neden bu akşam eve yarım saat geç geldin? Neredeydin?” gibi sorular, kâhyalıklarla canımı sıkmaya başladı. Benden yedi sekiz yaş büyük, güçlü ve çok istekli bu karının dayağını yemekten korkuyordum. Onunla sarmaş dolaşlarımızın arası seyreldiği vakit eline aldığı tabağı, bardağı kırar, verirken yemeklerin sularını üzerimize döker, söylenen lakırtıyı anlamaz, titiz, öfkeli, lanet, söz dinlemez bir insan olurdu.
Beni gece koynuna çağırabilmek için tahtakurusu, sivrisinek bahanesiyle döşeğini evin en tenha, en kuytu köşe bucağına taşır. Bu gece çağrılarına gidemediğim zamanlar içlerinde sevdanın gücenikliğe dönmesinden derin bir kin yanar gözlerini üstüme devirir. Sözlerime hiç önem vermez. O beni saymaz. Ben ondan titrerdim. O hanım, ben uşak…
Züleyha, üzerimdeki etki, baskı ve işkencesini pek taşırdı. Çatılmış kaşları, öfkeli gözleriyle başkalarının yanında bana kumanda etmeye kadar işi azıttı. Bir gün biz kiler aralığında çekişirken annem üstümüze geldi. Bu bir dövüşme miydi? Sevişme miydi? Galiba o da anlayamadı.
Akşam eve geldiğimde Züleyha’yı göremedim. Çok memnun oldum. Nereye gittiğini sormadım. Kimse de bana bir şey söylemedi. Ama herkesin yüzünde bana karşı sessizliğe