“Bak bu tedbire bir diyeceğim yok. Ben burasını düşünememiştim. O hastalıklı, miskin herif dediğin gibi bir seneden ziyade yaşayamaz. O öldükten sonra…”
“O öldükten sonra Meliha’nın emanetçisi sen olacaksın. O zaman canı isterse Sadık’a varmasın. Geçer, o güzelim yalıda büyük bir sefayla otururuz. Kenan’ın hakkından gelmek o vakit işten bile değildir.”
Daim Bey’in dudaklarında şeytani bir tebessüm parladı. Bu teminattan, bu şeytani mülahazadan pek memnun oldu. Zevcesi tekrar söze müdahil olarak dedi ki:
“Sizin için bundan sonra yapılacak bir şey varsa o da biraderinizle hoş geçinmek, onun hiddet ve nefretine sebep olacak hareketlerde bulunmamaktır. Zira o herifin ne kadar hiddetli ve inatçı olduğunu pekâlâ bilirsiniz. Kızmaz, kızmaz ama bir defa da hiddet edecek olursa âlem başına zindan olur, onu teskin etmek, ihtimalin haricinde kalır. Sonra planlarımız da zevkusefamız da mahvolur. Anlıyor musunuz?”
Daim Bey zevcesinden aldığı bu fikir üzerine gelmiş, biraderiyle oturup hiçbir şey olmamış gibi iyi davranmıştı. Artık Meliha’ya gelinim demiyordu. Saim Bey zahiren müsterih, mütebessim görünüyordu. Fakat bu işin altında müthiş entrikaların mevcut olduğunu da hissediyordu.
Beşinci Kısım
Ay, o Şark’ın bütün aşklarının ilham kaynağı olan ay yavaş yavaş batıyordu. Cana can katıp esen hafif bir rüzgâr da ağaçlara dokunarak insana bir ayrılık hüznü veriyordu. Batmak üzere olan Ay’ın vermiş olduğu aydınlıktan faydalanan bir kuşcağız ağaçların birinden çırpınarak daldan dala uçuyordu. Konduğu dallarda da hüzün veren nağmelerle ötüyordu. Denizden kopan acı bir feryat o kuşcağızın garip ötüşüne karışıyor, aks ede ede uzaklardaki ormanların içinden kaybolup gidiyordu.
Deniz, o parlayan ayna ise asumana âdeta ışıklar saçıyordu. Esen hafif rüzgârla cezbeye gelen dalgacıklar da sanki âşıklar gibi sarmaş dolaş olarak sahile vurarak kaybolup gidiyorlardı.
Başkalarının gizli sırlarını açığa çıkarmak için değil; hemen hemen Ay’ın aydınlığını bile gölgede bırakacak surette, tavanı yabani güllerle örtülmüş bir kameriye içinde sakin, berrak bir havuz kenarında oturan ve sevdayla birbirine sokulmuş iki âşık, tabiatın hem bu güzelliklerini temaşa ediyor, hem de yavaş yavaş konuşuyorlardı. Biri diğerinin sinesine iltica eylemiş, diğeri de yârinin cemalini Ay’dan bile kıskanıyormuş gibi, sırma saçlarını sevdiğinin gül yüzüne dökmüştü. Biri bazen havuz içinde bir mehtabın, bir de Ay yüzlü sevgilisinin güzelliğini temaşa ediyor, ona nispeten mehtabı pek de parlak görmüyordu.
Biraz sonra kalktılar. Güllerden, yaseminlerden teşekkül etmiş olan kameriyenin küçücük kapısı önüne geldiler. Oradan deryayı temaşaya başladılar. Kız uzakta, denizin ortasında bir şey görüyordu. Birdenbire gözleri karardı. İçeriye girdi. Hazin hazin ağlamaya başladı.
Ümitleri gibi, denizde tufana doğru akıp giden ve siyah dumanları püsküren bir vapur, güzergâhında parlak izler bırakarak ve de başından nurlar yağdırarak ilerliyordu. O vapurun güvertesinde ayrılığa, hicrana mahkûm olmuş da yavaş yavaş sönmeye, nazardan kaybolmaya başlayan noktaya hasretle bakan bir biçare, bu umutsuz levha içinde kim bilir neler düşünür, neleri tefekkür eder, içinden ne tesirli sahifeler ve kalbi derinden etkileyen ne hazin satırlar geçer.
Ufkun son noktasında, o ışık saçan büyük Ay’a karşı iştiyakla kucağını açan deryaya binlerce rengi yağdıran, pembe, şeffaf bulutlar arasında nazarı okşayan dağlar, bu letafet bahşeden manzarayı temaşa için insana, renkli libaslarla bezenmiş birer deniz perisi hissini veriyordu.
Ay batmaya yaklaşıp da ayrılmaya hazırlandığı anlarda âdeta her dakika ona nazar edenlere hüzün veriyordu. O anlardaki sevgililerin hüznünü hiçbir şey gideremiyordu. Ay’ın zaman zaman bulutların arkasına saklanması bir taraftan sevgililerin hüznünü arttırırken, diğer taraftan tabiat da onlarla birlikte âdeta bir yarı zulmete boğuluyordu. Bazen matemlilerin yüzleri gibi sönük ve nursuz görünüyordu, bazen de henüz yeni inkişafa başlayan saadet ümitleri gibi etrafına ışıklar saçıyordu; kısa bir müddet sonra ise yine kayboluyordu.
Öyle bir zaman geldi ki âlem bütünüyle zulmet içinde kaldı. İşte o esnada dünyadan bütünüyle alakalarını kesmiş zannolunan iki sevdalıyı gayrın nazarından koruyan kameriye üzerinde bulunan ve en katı kalpleri bile rikkate getiren kuşcağız son terennümlerini tamamlıyordu. Kuşun bu son sedası o mutlak sükûnet içinde duran ve sevda peşinde koşan iki ruh üzerinde büyük tesir uyandırmıştı. Bu seda onları ayrılık acısı ile titretmiş, yekdiğerinin cemalini seyretmekle meşgul olan ve tam bir aşk sarhoşluğuyla kendilerinden geçmiş kalan ruhlarını bir anda aslına çevirmişti.
Artık orada duramadılar. Zira gece zulmetiyle etrafı istila eden dehşet, âdeta cehennemden nişan verecek bir derece idi. Kenan bu anın tesiriyle Meliha’nın yanından bir anda hareketlendi. Büyük bir ümitsizlik içinde titreyen o nazenin Meliha’yı bağrına basarak ateşin dudaklarına -kim bilir nasıl bir hırs ve arzuyla- ilk defa olmak üzere bir veda busesi kondurunca, onları seyreden bir baykuş onların bu hâlini küçümseyen bir nazarla kahkahaya boğulmuştu.
Kalktılar. İnce çakıl taşlarıyla mefruş yollar içinde kimseye görünmemek için ağaç gölgeleri içinden gidiyorlardı. Meliha bu buluşma ve görüşmenin son olduğu hissine kapılıyordu. Bu his ile gözlerini arkadan ayıramıyordu. Meliha aşklarını sanki ilk defa birbirlerine itiraf etmişler gibi, altında buluştukları kameriyeye nazarını çevirdikçe kirpiklerinden gayriiradi yaşlar parlıyordu. Selamlıkla harem dairesini ayıran alçak duvarın tam ortasından açılmış olan kapı önüne geldikleri zaman… Ah o zaman! Meliha bir türlü gözyaşlarına muvaffak olamayarak ağlamaya, Kenan’a hitaben “Muhabbetinin ciddi olduğuna itimat edeyim mi? Acaba bundan böyle görüşmek nasip olacak mı? Bana her zaman mektup yazacak mısın?” yollu sözler söylemeye başlayınca, zavallı Kenan onun ümitsiz bakışlarından şaşırmış, yalnız: “Mümkün mü, hiç mümkün mü Meliha? Benden böyle bir alçaklığa ihtimal veriyor musun?” cevabıyla, boğula boğula mukabelede bulunmuştu.
Gecenin zulmeti tabiatın sükûnetiyle karışarak, ortalıkta derin bir sükûnet hüküm ferma olduğu sırada, yalının büyük salonuna asılı olan saat gece yarısını gösteriyordu. İşte o hazin sükûn ile o iki sevdalı ayrılmaya mecbur oldular. Meliha selamlığa doğru teveccüh ederek, gecenin karanlığı içinde hayal meyal görünmeye başlayan Kenan’ı nazardan kayboluncaya kadar temaşa etti. Sonra odasına çekilerek yatağına girdi. Orada sabahı bekledi.
Kenan ise zihni gibi perişan olan selamlıktaki dairesine çekildiği vakit, tam bir ümitsizlik içinde donakaldı. Hemen masasının önünde duran koltuğa yaslanmıştı. Mazide yaşadıklarını bir rüya gibi tekrar görebilmek adına gözlerini kapadı. Ancak maziden ziyade gelecekte neler yaşayacağı gibi konular zihninden geçti ve onlarla meşgul olmaya başladı. Dolayısıyla geleceğe dair umutlarını kaybeden kalbi ateşler içinde yanıp kavruluyordu.
Feleğin başına yüklediği ıstırapların ağırlığına artık tahammülü kalmayan dermansız vücudunu koltuğun içine bırakarak ilk hayatının ilk sahifelerini gözden geçirirken -kalbinde içtima ede ede gözlerine kadar geldiği hâlde bir türlü icrasına muvaffak olamadığı- o yaşlar ateşler saçar gibi bir anda gözlerinden boşanmaya başlamıştı. İnsan o teessürün o hüznün nasıl bir etkisinin olduğunu anlamak için yalnızca bir damlasını dahi anlamaya gayret sarf edip yaşamaya çalışsa, o derece esrarengiz vakalar ve hakikatler görür ki, hayretten kendini alamaz.
İşte bu düşünceler