Hasan Efendi büyük bir sevinçle içinden, Süslen beyim, süslen… Sen karılardan çok kendini onlara beğendirmeye uğraş. Fakat ne yazık ki bu gece bu pomatalı, lavantalı saçlarınla polis dairesinde, hiç de rahat olmayan bir yatakta tek yatacaksın. Bana verdiğin medeniyet “diskur”unu polis komiserlerine de oku. Bakalım para eder mi? düşüncelerini geçiriyordu.
Uncu, namuslu bir ev sahibi gibi bir tavırla ev kapısını çaldı. İçeri girdiler. Bu nikâhsız gerdek evinin damatları tamam mıydı? Yoksa daha gelecekler var mıydı? Hasan Efendi bir zaman daha beklemeyi uygun buldu. Bir saat kadar süren bekleme zamanında, iki insan karaltısının daha kapının koyu loşluğu içine dalarak meclise girdiklerini gördü.
Kendi tabirince kümese giren horozların sayısını hesapladı. Evvela bir, sonra ev sahibinin koltuğu altında gelen iki daha üç… İki de sonra gelen, beş… Bu beş erkeğe katılması lazım olan beş de dişi, hepsi on… İçeride ihtiyat olarak fazla nazenin bulunması da akla gelirdi. Mahallelinin taassup heyecanını tutuşturmak için bu kadar günahkârlardan meydana gelecek bir baskın alayı yetmez miydi?
Yağlıkçı, seyircilerini heyecana kaptırmak için mizansenin en küçük noktasını düşünen bir tiyatro direktörü gibi bu rezalet katarı üzerine çekeceği halk öfkesini daha şiddetlendirmek için daha neler yapmak lazım geleceğini düşünürken, galdır guldur bir kira arabası geldi. Uncunun kapısı önünde durdu.
Hasan Efendi kendini kafese verdi. Arabacı yerinden atladı. Kapıyı çaldı. Kapının açılmasından sonra arabanın kapısını açtı. Tenteneli etekleriyle kaldırımları süpürerek koyu çarşaflı iki nazenin indi.
Bunların mostralık birer bebek gibi boyalı yüzlerini, çarşaflara sığmayacak bir gürlükle çepeçevre dışarı fışkırmış saçlarını pek az fark etti. Son çıkan para uzatırken atmış olduğu birkaç kadehin verdiği cesaret ve yılışıklıkla arabacı, nazeninin omuzuna hovardaca insafsız bir çimdik attı. Kadın, “Of, elin kırılsın terbiyesiz!” diye azarlayarak hemen içeri kaçtı.
Arabacı, güzel kokular içindeki bu körpe, oynak vücuda dokunan parmaklarını gülbeşekere batırmış gibi bir hırs ve iştah ile yalayıp emdikten sonra fesini arkaya devirdi. Sermaye taşıdığı bu kâr evinin pencerelerine içini çeke çeke bakarak: “Biz işte böyle suyuna tirit geçiniriz. İmanım araba dolusu gaco taşı, sonra böyle parmaklarını yala. Paradan başka, benim içerideki bıçkınlardan ne eksikliğim var? Mirasyedi doğmadıktan sonra bu dünyaya neye gelmeli? Ne karıydı o be… Çiçek demeti gibi kokuyordu. Benim Eftalya, mezelik turşuya benzer. Kokusuna dayanmaya mide isterim. Koynunda yatarken ahırı özlediğim çok olur. Geceliği, rençper tütünü gibi otuzluğadır. On beşe kırıştığımız da çoktur. Haftalık kalana yarı yarıya iskonto da yapar. Mecidiyeyi düzdüm mü hiç hesaplamam, düşerim. Evvela aftosa,16 sonra hamama, sonra ahıra… Ne uykucu mahalle bu! Kalkınız be yahu… Uncunun evinde çifte gelinler var.”
Arabacı:
Afisi de var yallah
Cakası da var yallah
İki kaşın arasında elifi de var
şarkısıyla arabasına atladı. Hayvanları kamçıladı.
Arabacının mahalleliye bu miskinlik iftirası sözü yağlıkçıya dokundu. Kendi kendine: “Elin çapkını bile bize yuf çekiyor. Hakkı yok mu? Hele dur bakalım. Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik. Ismarlama iki yosma daha kapana düştü. Bunlar mutlaka Kenan Bey’le arkadaşı için olmalı. Kapının önündeki rezalet böyle olunca, acaba içerisi ne hâlde olacak? Ne tatlı şeyler ki arabacı bile çimdiklediği parmaklarını yalaya yalaya doyamadı.”
Hasan Efendi bir zaman daha beklemek istiyordu. Saz söz başlasın, içki ile kafalar iyice dumanlansın, cümbüş tam kıvamını bulsun. Yuvalarından, birbirinin sıcak göğüslerinden çıkarılacak bu günahkârlar, neye uğradıklarını bilemeyerek ağız eğri, göz şaşı, felaketlerini bilemez bir sarhoşluk içinde karakola kadar sokak ortalarında şarkı söyleyerek gitsinler.
Çok geçmedi. Evin bahçe üzerindeki meclis odasında ahenk başladı. Pestten fakat pek neşeliydi. Nağmeli, nazik, titrek, ruha işleyen, tatlı, şehvet uyandıran bir kadın sesi gazele girişti. Oldukça ustalıkla bütün makamlara girip çıkıyordu. Saz ara nağmesinden başka uzun, baygın, bağır delen ahlar, oflar, amanlar bu aşk şarkısına dem tutuyordu.
Gazel, kürdilihicazkârda karar kıldı.
Ehl-i aşkın neşvegâhı kûşe-i meyhanedir
Sakıya uşşakı dilşad eyleyen peymanedir
Güft-ü guy-i âleme aldanma hep efsanedir.
şarkısıyla fasıl açıldı.
Hasan Efendi güfteyi dinleyerek: “Ehl-i aşkın neşvegâhı kuşe-i meyhane midir? Kerhane midir? Yoksa mehterhane midir? Biraz sonra anlarsınız. İsimleriniz polis jurnaline yazıldıktan sonra gazetelerle teker teker dünyanın dört bucağına ilan edildiği vakit, olacak güft-ü guya aldırmayınız sakın. Ben sizi kulunç muskası gibi erkekli dişili zaptiyelerin, polislerin arasında şimdi yola düzerim. Hele biraz daha neşeleniniz. Kafalarınız dönsün.”
Birkaç şarkı daha okundu. Ahenge çoğu falso, kalın, biçimsiz erkek sesleri de karıştı. Gide gide meclis, düzensiz bir hafif gürültü şekline girdi. Sarhoşça inlemeler, ahlar vahlar çoğaldı.
Oyun havaları başladı. El şakırtıları arasındaki “Aman kızım titreme, canım da beraber oynuyor… Kâfir nigâhını o kadar süzme, billahi bittim…” şikâyetleriyle “Oh, oh kıvır. Ha bakayım, aman elmasım… Biraz daha göbek fırtınası…” yalvarmalarının bini bin paraya işitiliyordu.
Arada bir de “Yavrum Topsalata, bir daha doldur.” “Afet, billahi döverim seni…” “Vuslat, nazlanma, nazlanmaya pek gelemem…” sözleri geldiğinden bunlardan Hasan Efendi meclisi şenlendiren kadınların içinde Topsalata, Afet, Vuslat bulunduğunu anlıyordu.
Bir zaman sonra bu nağmeler, rezil danslar durdu. Şimdi bir taassup titremesiyle komşudaki göbeklerden ziyade titremeye başlayan Yağlıkçı kendi kendine: “Galiba artık çiftehanelere çekildiler. Habislerin zürriyet yetiştirmeleri zamanına kadar bekleyecek değilim ya! Tam vakittir. Halk kahvelerden dağılmadan baskını yapmalı.” dedi.
Yavaşça aşağıya indi. Sokağa çıktı. İki ev aşırı komşusu Yorgancı Hüsnü Efendi’nin kapısını çaldı. Kapı hemen açıldı. Yağlıkçı, yorgancıyı epeyce zamandan beri tıkıp doldurarak bu baskın işi için hazır bir hâle getirmiş olduğundan Hüsnü Efendi o akşam dükkândan Tosun ile Emin’i, iki kalfasını beraber alıp gelmişti.
Evin avlusunda iki komşu yüz yüze gelince Hüsnü Efendi:
“Bu ne rezalet birader? Çoluğu çocuğu, karşımızdaki bu çiftehane kepazeliğini işitmesinler diye utancımdan arka bir odaya kapadım.”
“Bizimkiler de sizinkiler de bu rezaleti bu akşam duymuyorlar. Her gece biz kahvede iken başlıca eğlenceleri bu cümbüşü dinlemek oluyordu zannederim. Fakat şimdi uzun söze vakit yok. Hemen Allah’a sığınarak işe başlayalım. Hani ya Tosun’la Emin nerede?”
“Şurada, sokak üstündeki odadalar.”
Bu iki delikanlı karşıki eğlence yerinin şehvetli hayhuyunu işitmekten öyle bir his coşkunluğuna gelmişlerdi ki Tosun hemen canan diye eline geçirdiği bir duvar yastığını kucağına çekerek kollarındaki yorgancı kuvvetiyle sımsıkı sarılmış, baygın baygın “Aman, biraz