“Batıl fikirler, insanlar arasına ayrılık düşürmek için cahilliğin uydurduğu zincirlerdir.”
“Hakiki felaketimizi hazırlayan, dış vakalardan ziyade kendi içimizin sürüklemeleridir.”
“Küçük tasaların acısından kendimizi sakınalım. Çünkü bu gibi şeyler mesut kimselere mahsus bir hastalıktır.”
“Namusluca bir fedakârlık, ani gelen bir acıdır.”
“Birçok defalar uğradığımız talih lütuflarını fark etmez geçeriz.”
“Nankörlükten şikâyet etmeyelim. Çünkü o, cihanı kaplamıştır. Başkalarında olduğu kadar kendimizde de vardır.”
“Kötü ahlak ve kötü alışkanlıklarımızın teşkil ettiği fenalıklardan her sene birini kendimizden söküp atabilseydik çabuk olgunlaşırdık.”
“Hayatı dayanılmaz bulmamak için iki şeye alışmak lazımdır: Zamanın gadrine, insanların haksızlığına.”
“İyi adam, var olmayandır.”
Misafirim birdenbire durdu. Gözlerini karşı kıyıdaki Hidiv’in6 kulesine çevirerek birkaç defa kırpıştırdı. Sigarasını birbiri üzerine çekti. Aramızda duman helisleri dolaşırken ehemmiyetli ve ani bir kararını bildirmek için bana döndü:
“Sana bir şey teklif edeceğim. Fakat bunu kabul etmekte hiç tereddüt göstermemelisin.”
“Nedir, anlayayım.”
“Şimdi fal bakar gibi bu Almanach’ın bir sayfasını açacağım. Sol sayfanın sol üst tarafında nasıl bir söz çıkarsa sen bunun hükmünü bir hikâye ile anlatacak ve bir mevzuya bağlayacaksın.”
“Bu teklifin tuhaf olduğu kadar da zor. İki satırdan koca bir hikâye nasıl çıkar?”
“Çıkar. Hayal kuvvetine inanırım. İşte sana yanan kitaplarına karşı bir avunma yolu. Hem şu aralık bu işle avunur, acısını unutursun.”
“Biraz düşüneyim.”
“Yok… Yok… Düşünmeye lüzum yok. İşte açıyorum.”
“Peki.”
Dostum, elindeki cildin rastgele bir sayfasını açtı. Kararlaştırdığımız şartlara uygun olarak şu söz çıktı:
Il ya dans la douleur quelque chose de plus affreux à voir que ses larmes: C’est son sourire.
Bu satırları ikimiz birlikte şöyle tercüme ettik:
“Felakete uğramış biri için ümitsizliğin en acı manzarası gözyaşlarından ziyade kendisinin ‘tebessüm-i elem’ini (acı gülüşünü) görmesidir.”
Bu cümleyi birkaç defa tekrar ederek bir zaman düşündükten sonra cevap verdim:
“Öyle bir tez bulup çıkardın ki bütün kuvveti ve genişliğiyle bir hikâyeye tatbik edilmesi gayet zor. Hem bütün o muhterem üstatlarım, muavinlerim, kılavuzlarım da yanımda yok.”
“Adam… Bunlar kuru laftır. Böyle bir işi başaramayacak istidatsız7 bir adama seksen feylesofu muavin versen yine bir şey yapmaz.”
“Sen bu cümleden ne anladın? Söyle. Bari ilk kılavuzluğu senden görmüş olayım.”
“Bu işte senin kılavuzun kendi kafandır. Kimsenin himmetine muhtaç değilsin. Bu sanatta benim de biraz alışkanlığım olsaydı bir iki cilt de ben yazardım. Biz, okuruz. Bazı, bir eseri enine boyuna tenkit ederiz. Fakat elimize kalemi verip de bizi sanat yolunun o dolaşması zor tasvirlerinin sırları içine bırakırsanız nereden girip nereden çıkacağımızı bilemeyiz. Yalnız şu kadar söyleyeyim ki ‘okuyuculuk’ da bir sanattır. Yazmadım fakat çok okudum. Sizin ‘göstermek’te bizim ‘görmek’te alışkanlığımız var. Her ikisi de birer ustalıktır. Ruhumuz hikâyelerinizde tatlı acı teessürler, titremeler arar. İçinde bunaldığımız bazı zorluklar, bazı karışıklıklar vardır. Eserlerinizde onlara dair neticeler bulmak isteriz. Her zaman duyduğumuz birçok şey olur ki bunlara kendiliğimizden belli birer şekil veremeyiz. Sonra bunları pek sade birer tasvir şeklinde gözümüzün önünde görünce pek seviniriz. ‘İşte bunu tıpkı böyle ben de duydumdu.’ deriz. Herkes birçok şey görür fakat resmini çizemez. İnsan tanıdığı bir yerin resmini görünce tanış çıktığı tafsilatı orada birer birer keşfetmekten lezzet duyar. ‘Eser’ ile ‘meydana getiren’ birbirine karışık gibidir. Aralarında bir çeşit birlik vardır. Biz, yani uzaktan bakanlar, sanat manzaralarındaki şekillerin kuvvetli ve zayıf yerlerini tarafsız bir tetkikle seçebiliriz.”
“Bu ‘tebessüm-i elem’den ne anladığımı da söyleyeyim. Tabiatta ‘ağlama’, çocuktan büyüğe kadar ümitsizliğin ve ızdırabın en ilk alametidir. Yaşa, vücut yapısına, sinire ait farklar ile hemen herkes acısını bununla açığa vurur. Sevinç ağlaması olduğu gibi ümitsizlik kahkahası da vardır. Böyle ters bir surette insanın içinin ifadesi ters olmayandan daha şiddetlidir. Bir insan en adi içerlemesinde de ağlayabilir. Fakat bu ‘tebessüm-i elem’ acılığın en yüksek tepesidir. İnsan, çok kere, kendi yaptıklarının ahmaklığı, yanlış hareketinin sonu olarak uğradığı felaketlerde kafasını yumruklaya yumruklaya acı acı güler. Bu gibi ümitsizce şiddetli kızmalarda ağlamak hiçtir. Bu, tebessümdeki ızdırabı anlatamaz. Adi acıların anlatma vasıtası ve yatıştırma yolu olan gözyaşları kurur, gülmeye, kahkahaya döner.”
“İşte azizim, aklımın erdiği kadarını söyledim. Fakat sen bu acı, can dağlayan gülüşü göstermek için ne gibi vakalar ve insanlar icat edeceksin? Bunları hangi elemler içinde dolaştıracaksın? Eserine nasıl bir sanat ruhu üfürebileceksin? İşin bu yanına aklım hiç ermez. Bu zorluklara karşı göstereceğin çabalama azmini, güreşecek olan kaleminle açmaya uğraşacağın taşlı, dikenli yolları düşündükçe seni beğenmekle beraber, hayretlere düşüyorum. İki satırdan üç yüz dört yüz sayfa çıkarmak… İnsanı şaşırtacak bir iş…”
Dostum sustu. Şimdi ben, dalgın… Etrafımda uçuşan ilham perilerinin gaipten konuşmalarına bütün ruhumu vermiş dinliyordum. Her biri bir şey söylüyordu. Bakışım denizden süzülerek karşı yakanın gökle birleşen yeşilliği içinde ilhamının avını arıyordu. Nihayet kederimi unutup şevk ile çırpınarak “Buldum… Buldum!” dedim.
“Nerede?”
“Şu karşıki yamaçta, koyun durgun aynasında, gönül vermişçesine kendi akislerini seyreder gibi birer tatlılıkla eğilmiş, şemsiyevari tepeleri güneşle yaldızlanmış üç büyük fıstık ağacı var. İşte onların ilham gölgeleri altında… Yirmi dakika izin verirsen krokiyi şimdi çizip gösteririm.”
Dostum şaşkınlıkla yüzüme baktı. Masanın kenarına oturdum. Fransızların “alaminüt”8 dedikleri hızla otuz satır kadar yazdım. Kâğıdı uzattım. Okudu. Arkadaşım beni şaşkın bir takdir ile yukarıdan aşağıya birkaç kere süzdükten sonra:
“Bir çocuk doğarken görmüştüm, fakat şimdiye kadar, hikâye doğuşunda hiç bulunmamıştım. Kolay doğuruyorsun, tebrik ederim.” dedi, elimi sıktı.
BİRİNCİ BÖLÜM
1
ESKİ VE YENİ KAFALAR
Vakit yatsıya yaklaşıyor. Langa’da kafayı tutan sarhoşların oradan buradan sarhoşça naraları, ahları, şarkıları işitiliyor.
Bazen