Kale şimdi sessiz ve hemen boş gibi… Öteki kervanlar gittiler. Duvar içindeki avlunun bir köşesinde yalnız bizim takımlarımız ve eşyalarımız duruyor, buranın bekçileri olan uzun libaslı iki adam gözleri yerde ve bir lakırdı söylemeden kaytanlarını içiyorlar. Bu sınırsızlık manzaralarına karşı lakayıt bulunuyorlar. Eğer kırlangıçların da sesi olmasa bu büyük seda boşluk içinde hiçbir şey işitilmeyecekti.
Havada asılı gibi duran bu kervansarayda her şey sağlam, sarp, fakat yıpranmıştır; harap hâlde bulunan duvarlar beş altı ayak kalınlığındadır; tahtaları ayrılmış, demirlerle bağlanmış eski kapılar, kol gibi kalın kilitlerde kuşatma ve müdafaa hikâyelerini anlatıyorlar. Bir de burası garip bir kırlangıç memleketidir: Bütün çatıların ve kornişlerin boyunca yuvalar iki sıra dizilmiş, hakiki ufak yollar teşkil ediyor; pek kapalı ve yalnız ufacık bir delikli yuvalar. Ve şimdi yumurtlamak mevsimi olduğundan küçük hayvancıklar çok meşgul görünüyor. Her biri meskenine bir şey getiriyor ve aldanmadan doğruca kendi evine giriyor.
Daima mağmum olan, öğle vakti, bize yabancı arkadaşlar, baştan aşağı silahlı süvariler geliyor; bunlar geçerken kalede biraz dinlenmek ve gölgelikte tütün içmek için durmuşlar. Bizi nezaketle selamlayarak yanı başımızda, taş kemerler altında oturdular. Siyah külahlı, siyah sakallı, dağların rüzgârıyla kavrulmuş karanlık Asurî çehreli, bu adamların uzun mavi libasları, bellerinin alt tarafı silahlık kemeriyle sıkılmış. Yabani hayvan tavırları var. Oturmak veya uzanmak için yanlarında gayet güzel halıları hayvanlarının kemeri altında bükülmüştü; yünü böyle dokuyan ve boyayanların Şirazlı kadınlar olduklarını söylediler, o çok yüksek ve bize bir hülya gibi görünen Şiraz’a şüphesiz yarın akşam kavuşacağız. Çok geçmeden kaylanların uyuşturucu dumanı bizi kaplıyor ve tepelerin sert ve saf havası içinde yükseliyor.
Avlunun ortasında, güneşin ziyaya gark ettiği boş murabbada devamlı kırlangıçlar uçuşup duruyor, onların ufak ve süratli gölgeleri toprağın beyazlığı üzerine binlerce hiyeroglif şekilleri çiziyor. Üst tarafımızda ise baş döndürücü tepelerle, taş kesilmiş geniş dalga, var ki, hâlâ harekette ve geçip kaçıyor gibi görünmektedir.
Saat dörtte yola çıkmalıydık; lakin Abbas nerede? Yakındaki kayalıklarda otlayan hayvanlarımızı aramaya gitmiş bir daha görünmemişti. Bunun üzerine adamların hepsi telaşla çeşitli istikametlerde, dağda onu aramaya çıkıyorlar; pek az sonra onların haykırmaları, uzun uzadıya bağrışmaları tepelerin alışılmış sükûnetini ihlal ediyor. Nihayet onu buluyorlar, bu sefer kaybolan Abbas’tı… Kaçan bir katırı uzaktan getiriyordu. Ancak dört buçukta hareket edebildik. Buşir valisinin emri gereğince yolda beraber almaya hakkım olan üç muhafız askeri istemiştim; lakin köyde asker olmadığından onların yerine civardaki üç çobanı kabul ettim. İşte onları getirmişler bana gösteriyorlar. Bunlar vahşi suratları, omuzlarına düşmüş saçları ile tam haydut tipiydiler; yamalı eski kumaşlardan kadim tarzda giysileri, çakmak taşlı ve üzerlerinde muskalar asılı uzun tüfekleri ve bellerinde birçok bıçak cinsinden silahları vardı.
Biz yıkıntılar üzerinden başımızı, gözümüzü sakınarak sıra ile yürüyoruz. Bir sürü manda da bizimle beraber gelmekte ısrar ediyor. Bunların boynuzları her an bize dokunuyor. Sahanın mutlak saflığı içinde en uzaktaki şeyler ayrı ayrı görünüyor; dağların ve uçurumların büyük kasırgası bize tamamen ayan oluyor ve gözlerimizin altında itaatkârca yayılıyor. Şurada burada arzı büyük dalgalanmaların, akşam güneşinde biraz pembe görünen büklümlerinde fevkalade güzel mavi su satıhları uyuyor ki bunlar göllerdir. Bunların hepsine hâkimiz. Gözlerimiz havada duran kartallarınki gibi sonsuzlukla doluyor; göğüslerimiz daha saf hava teneffüs etmek için genişliyor.
Gurup vaktine doğru tahminen beş yüz metre aşağı indiğimizden dağların duvarları arasında birdenbire önümüze otlu, geniş ve ufak bir deniz gibi düz bir vadi çıktı. Yeşil çimen orada siyah noktalarla kalburlanmış gibidir, sanki sinek bulutları gelip oraya düşmüştür. Bunlar göçebelerdi, sesleri bize kadar yükselmeye başlıyor.
Orada sayısız siyah çadırları, sayısız siyah öküzleri, mandaları ve siyah keçilerde binlercesi bir arada duruyor. Bunların arasından geçmeye mecburuz.
Bu ovayı güçlükle bir buçuk saatte geçebildik. Hayvanlarımızın ayakları yumuşak ve özlü toprağa gömülüyor. Ot kalın ve boldur; toprak, su birikintileri ve bataklıklarla ayrılmış; göçebeler bizim etrafımızı kuşatmaktan geri durmuyorlar. Kadınlar bizi seyretmek için toplanıyorlar. Gençler vahşi hayvanlara benzeyen atları üzerinde etrafımızda dolaşıyorlar. Her tarafı pek güzel kaplayan bu yeşil halı ne kadar zengin olsa da bu kadar sığıntı hayvanı beslemeye nasıl yetişebilecektir. Bunlar yalnız bu otla yaşıyor ve çeneleri devamlı onları çiğnemekle meşgul oluyor. Bu yeşilliği muhafaza eden bol ve gizli su, ince sazlar ve otlar içinde saklıdır ve ayağımızın altında sürekli parıldıyor.
Birdenbire katırlarımızdan birinin ön ayakları dizlerine kadar çamura batıyor. Hayvan yüküyle beraber yuvarlanıyor. O vakit bir sürü göçebe delikanlılar, siyah libaslarıyla ölen bir hayvan üzerine üşüşen kargalar gibi haykırarak atılıyorlar. Lakin bu bize yardım etmek içindir, hemen maharetle bağları çözüyorlar, düşmüş hayvanı yükünden kurtarıyorlar ve ayağa kaldırıyorlar. Ben bu adamlara büyük teşekkürler ettim ve gümüş paralar dağıttım. Almak istemiyorlardı. Kibirlerine dokunuyordu. Bunların fena ve yolda tehlikeli adamlar olduğunu kim iddia ediyordu?
Yeşil ve rutubetli ovanın nihayetine vardığımız vakit gece olmuştur. Burası geniş ve eğri bir kaya duvarının eteğinde idi. Orada kaynayarak bir dere akıyordu. Bunu geçmek için hayvanlarımız göğüslerine kadar suya girdiler.
Karşıda ufak bir köy, ağaçlı dağın tam altına sıkışmış idi. Köy taştandı ve mazgallı kulesi vardı. Bu müthiş kayaların altında birdenbire o kadar karanlık bastı ki eğer kırmızı renkte sevinç ateşleri, evleri, cami ve duvarları aydınlatmasaydı, hiçbir şey görmek kabil olmayacaktı. Bu ateşlerin etrafında kaval ve darbuka çalınıyor ve kadınların keskin sesleri de duyuluyor. Bir düğün vardı, büyük bir düğün…
Burada muhafızımızı değiştiriyoruz. Myan Kotal kartal yuvasından bizimle beraber gelen üç silâhlı çobanı bırakıp düğün halkından üç kişi aldık ki bunlar ata bininceye kadar hayli güçlük gösterdiler. Hareket ettiğimiz vakit büsbütün gece olmuştu. Karanlık bir orman içinde hiç olmazsa dört saatlik yolumuz var.
İşte soğuk, hakiki soğuk ki bunu evvelden düşünmemiştik ve hafif libaslarımızın altında ızdırap çekmeye başlıyoruz.
Yeni muhafızlarımızdan ikisi karanlıktan istifade ederek atlarını çeviriyor ve kayboluyorlar; bir tanesi bizimle kalıyor ve yanımda yürüyor. Şüphesiz konak yerine kadar beraber gelecektir. Bu orman korkunç ve haydut yatağıdır, adamlarımız konuşmuyor ve sık sık arkalarına bakıyorlar.
Cılız ve bükük ihtiyar ağaçlar, bu saat kapkara şekilleriyle kayalar arasında garip surette toplanıyorlar; yıldızların hafif ziyasında kül rengi toprakta beyazımsı belirsiz yolları takip ediyoruz: Bazı ağaçsız kötü yerler var ki ormanın içine tekrar girmeyi daha korkulu yapıyor; çukurlar, hendekler dolu. Çıkılıyor, iniliyor; her taraf saklanmaya ve tuzaklar kurmaya müsait…
Saat onda bir bekleme: Bize mensup olmayan süvariler arkamızdan koşuyor ve