Ayaklarımızın; ellerimizin ucu donmuş; bizde evvelki gecelerin bütün birikmiş yorgunluğu var; yenilmeyen bir uyku ile uyuşmuşuz; hareketimizden beri birinci defa olarak hakiki bir ızdırap hissediyoruz; her an, dizginler sertleşmiş ve istemediğimiz hâlde açılan parmaklarımızdan kaçıyorlar. Sanki bunlar ölü parmaklarıdır.
Sabahın saat biri… Uyuşmuş ve donmuş olmakla beraber at üzerinde uyuyorduk sanıyorum, çünkü pek yakın ve önümüzde duran kervansarayı görmemiştik. Duvarları mazgallı sağlam bir kale ki bu düz ve çıplak tenhalığın ortasında yalnız başına kurulmuş gayet geniş ve hayali bir şey hissi veriyor; etrafta dikilmiş büyük taşlara benzeyen yüzlerce koyu renkte şekiller görünüyor. Lakin bunlardan belirsiz bir teneffüs gürültüsü ve bir hayat kokusu duyuluyor. Bunlar yatmış develer ve bekçi deveciler ki yorganlara sarılıp sayısız eşya denkleri arasında uyuyorlar.
Bu sağlam kervansarayın eteğinde iki üç kervan yolu karşılaşıyor; burada daimi bir gelme gitme hareketi varmış. Şüphesiz içerisi tamamen dolu olacak. Maamafih demir kakılı kapıların ağır tokmağını çaldığımız vakit kapıyı açtılar. Bir avluya giriyoruz, orada yenilgiden sonra bir muharebe meydanındaki gibi insanlarla hayvanlar karmakarışık yatıyorlar ve bizim uykuya düşmemiz dünkünden daha çabuk oluyor. Kerpiçten yapılmış bir hücrenin nihayetinde pisliklerin ve belki de bitlerin vücuduna ehemmiyet vermeyerek, hiçbir şeye bakmadan uzanıp kalıyoruz.
Sabahın saat dokuz güneşinde kervanbaşımla beraber kalede çölün kemerleri altında bir meclis aktediyoruz. İkimizin arasında münakaşa bitmiştir. Tamamen iyi dostuz. O bana biraz duman takdim etmeden kaytanını asla yakmaz. Avluda dün akşamki aynı sıkışıklık… Katırlar yatmış, katırcılar ayakta, hep birbirine benzeyen, daima sincabı yünden beyaz-siyah ve beyaz çizgili heybeler ki yolların toprağı onlara kırmızımsı bir renk atmış. Heyeti mecmuası kirli bir renk arz ediyor. Lakin şurada burada pek güzel birkaç seccade adi bir şey gibi birtakım tütün içen lakayıt adamların altına serilmiş…
Abbas ile müzakeremiz neticesi, Şiraz’a kadar on veya on iki fersahlık yolu katetmek için bu Khanı-Simiane kalesini güpegündüz terk etmeye karar verdik. Hava serin, güneş aşağıdaki kadar öldürücü değil. Ben de gece yolculuğundan artık bıktım.
Bundan dolayı öğle kaytanından sonra kervan hazırlanıyor; mazgallı büyük duvarlardan çıktığımız vakit saat daha ikiye gelmemişti. Masmavi bir gök altında ve pek kuvvetli bir aydınlık içinde çetin tenhalık gene çorak ve mağmum bir hâlde yayılıyor. Şurada burada bazı kar safhaları toprak üzerine uzanmış beyaz yapraklara benziyor. Havada bir kartal duruyor. Güneş yakıyor ve rüzgâr donduruyor. Tahminen üç bin metre yükseklikte bulunuyoruz.
Arazinin bir dönümünde yabani bir köyceğiz var. Yüksek yaylaları silip süpüren boraların dehşetiyle toprakta parçalanmış kayaların akşamından inşa edilmiş on kadar alçak kulübe… Etrafta birkaç söğüt ağacı, ancak birkaç yaprağı var, cılız ve rüzgârla yatmış. Ondan sonra ve nihayete kadar bu aydınlık sahrada bir şey, hiçbir şey yok.
Nihayet akşama doğru Şiraz’a varacağız. Yolda hissedilmeyecek kadar hafif bayırlardan rahatça iniyoruz.
Güneş etrafımızı ziyaya gark ediyor. Karlar azar azar kayboluyor ve saatten saate havanın ısındığını hissediyoruz. Canlı hiçbir şeye tesadüf etmiyoruz; yalnız kervan yolu üzerine konmuş büyük ve tüysüz yırtıcı kuşlar var ki yorgunluktan düşüp yolda kalan hayvanları gözlüyorlar. Biz yaklaşınca onlar ürküp yerlerinden kalkıyor ve biraz sonra tekrar konarak gözleriyle bizi takip ediyorlar. Bu çöllerde ilk defa tek tük görünen renksiz ufak çiçekler, bodur bitkiler gittikçe çoğalıyor, birbirlerine karışıyor ve nihayet ayaklarımızın altında güzel kokulu halılar teşkil ediyor. Daha sonra bizim memleketlerdeki çalılar, demirhindiler, gonca hâlinde yabani güller ve çiçek açmış çakal erikleri başlıyor. Kuğu kuşu ötüyor. Ufuklar bu kadar geniş ve ilkel bir hâlde olmasa insan kendini Fransa kırlarında zannedecek. Eski ilkbaharlarda eski Fransa dahi böyle asude latif manzaralar arz etmiş olmalıdır.
İşte şimdi de bir dere, o kadar berrak ki sanki billurdandır. Kenarında sazlar perde çekmiş ve birkaç ufak söğüt ağacı yetişmiş, beyaz çakılı yatağı üzerinde yalnız başına ve sazlarının mahçup yeşilliği içinde kimsenin haberi olmadan akıp gidiyor; bu vahşi Füshetabad’ı geçiyor; şüphesiz sonunda daha az yüksek ve daha temiz yerlerde şelale şeklinde dökülecek ve bin temasla kirlenecektir; fakat burada, çok eski ve ilkel yaratılıştan beri değişmemiş olan şu geniş levhanın ortasından geçerken bu berrak suyun vasf ve tarif olunamaz bir bekâret ve mahremiyeti var.
Üç saat yürüdükten sonra yolumuzun kenarında mazgallı ve tek başına ufak bir kule zuhur etti. Burası bir karakol mevkisi idi ki oradan iki muhafız asker alacaktık. Geçerken durduk. Seslendik, bağırdık, aldıran olmadı. Kapı kapalı kaldı. Nihayet kulenin tepesinde iki mazgal deliği arasında beyaz saçlı ve uzun sihirbaz külahlı bir ihtiyar kafası dikildi. Müstehzi bir seda ile: “Asker mi?” dedi. “Asker mi istiyorsunuz? Buradakilerin hepsi eşeklerimizi çalan haydutları takip için kıra gittiler. Burada başka kimse kalmadı. Siz de vazgeçiniz. Uğurlar olsun!”
Güneş battığı esnada yeni bir ovanın girişine hâkim ve Kham-Simiane gibi tenha ve kaleye benzer bir kervansarayın kapısında eski peykeler üzerinde akşam yemeği için bekledik. Nihayet vaktiyle birçok şairlerin terennüm ettikleri Şiraz ovasına gelmiştik. Burası Sadi’nin vatanı. Gül memleketi idi… Buradan bakınca akşam karanlığında dâhil olacağımız bu yüksek vaha, letafetine doyulmaz derecede sakin ve vahşi görünüyor. Orada otlar sık ve çiçeklerle doludur. Top top kavak ağaçları, hafif yeşil renkli çardakları andırıyor. Ağaçlarda, çimenlerde nisan ayında bizim memleketlerde görülen aynı renkler görünüyor. Lakin temiz havada bilmediğimiz bir saflık var ve karanlığa gömülen yeşillik cennetinin üstünde etrafı sıkıştıran yüksek dağlar, bu saatte bizim iklimlerimize büsbütün yabancı olan mercan gibi kırmızı bir renk alıyor.
Hafif meyilli olan bu ovada hava gittikçe daha az sert olduğundan hareketimiz kolaylaşıyor ve dört fersah kadar uzakta serin ve yıldızlı bir gecede yolun her tarafında bahçelerin uzun duvarları sıra ile görünmeye başlıyor: Şiraz’ın mahalleleri! Ses seda yok… Ne bir ışık var, ne gelip geçen…
Karanlık basar basmaz eski İslam şehirlerinin etraf ve cevanibi Avrupa’da bizim fikir edinemeyeceğimiz böyle fevkalade latif bir sükûnet ve asudeliğiyle sarılır.
Bu duvarlar yalnız kavak ağaçlarını muhafaza ediyor gibi görünüyorsa da bunlar kervansarayların duvarlarıdır; orada iki üç büyük kemerli kapıyı sıra ile çalıyoruz, yarı açılan aralıktan bir seda boş yer olmadığını söylüyor. Yüksek otlar, beyaz papatyalar, yolları kaplamış. Bu karanlıkta ve bu sessizlikte her şey ilkbahar kokuyor.
Nihayet uğraşmadan usanarak fukaraya mahsus bir kervansaraya kanaat ediyoruz ve orada ahırların üstünde dökülmüş topraktan bir hücreye sokuluyoruz ki eski ve sefil meskenlerden hiç de farklı değil.
Bu akşam giremeyeceğimiz bu kapalı şehirde kimseyi tanımadığım gibi otel namına bir şey bulunmadığını da biliyorum. Buşir limanında iken bana mühürlü bir zarf içinde Şiraz saygınlarından tüccarbaşıya bir tavsiyename vermişlerdi. O elbette bana bir mesken tedarik edecektir.
Şiraz’ın ağır ve kasvetli sükûneti ortasında ilk akşam ve