“Ne beyhude bir yolculuk!”
“Hangisi?”
“Hangisi mi?”
Bakıştılar. Yeşiline kadar solan gözlere binbir vehim dolmuştu. Siyah bakışlarda gölgeler titriyordu.
O biraz kalın, tahrik edici sesi:
“Ne hiç…” dedi, “ne de hep Sermet Bey! Şimdi hangisini söyleyeceğimi kararlaştırmış değilim.”
“Öyleyse beklerim, bekleyeceğim. Yaşadığım kadar isminize bağlı, ilham ettiğiniz yüksek duyguya layık ve daima hasret çekerek bekleyeceğim. Gün, gece ve saat sayarak bekleyeceğim Nahide Hanım.”
Yolcuları uğurlamak için gelenler kampana sesiyle harekete geçtiler. Güvertede tehalükle dolaşan ayak sesleri salona kadar geliyordu. Genç adam, kendisine şefkatle uzanan narin eli tuttu. Dudakları öpmek, gözleri üstüne yaş dökmek için yandığı hâlde yüksek aşkı heyecanlarına siper oldu. Bir gölge gibi sessizce merdivenlere doğru yürüdü. Ağır ağır çıktı. Son basamakta bir an durdu. Döndü. Yine durdu. Sonra annesinden ayrılmak istemeyen, zorla bir başka yere gönderilen veya terk edilen üzgün bir çocuk gibi koşa koşa merdivenlerden indi. Kalbindeki çırpınan hisleri gözlerinin aynasına toplanmış denebilirdi.
“Ölüm bile beni sizden ayıramaz Nahide Hanım!” diye içini döktü. Dinleyene, hissederek dinleyene ürpertiler veren samimi sesiyle “Ölüm bile!..” diye tekrarladı. “Ölüm bile!..”
Galip Bey memuriyet hayatının en iyi yıllarını Balıkesir’de geçirmiş, orada evlenmiş, orada mesut ve bedbaht olmuştu. Tekaüt20 edildiği zaman ömrünün son yıllarını da orada geçirmeye daha o sıralarda karar verdiği için Balıkesir’de yerleşmiş bulunuyordu. Şarkın eteklerinde işinin son saati çalınca gençliğinin ümitler ve heyecanlarla dolu günlerini, en sıcak hatıralar ile bağrında saklayan memleketi düşündü ve bununla sükûn buldu. Şehrin memleket hastanesine çıkan yolu üstünde, geniş bir bahçe içinde kendisine bu evi yaptırmıştı. Kızı da annesinin mezarını taşıyan bu memleketi seviyordu. Ümitsiz ve hasta günlerini burada geçirmiş, nihayet günün birinde ızdıraplarından burada sıyrılmıştı. Bir gün kendi aralarında konuşurlarken “Beni de annenin yanına bırakır, sonra kalmayı istemezsen İstanbul’da yerleşirsin yavrum!” demişti.
Yaşlı adam, kızının muğlak ruhunu, çapraşık hislerini, muhal arzular arkasından koşan hayalini bütün inceliğiyle kavramıştı. Onun bu hâletiruhiye ile hiçbir gün tam manasıyla mesut olmayacağına inanmaktan gelen bir hüzün içinde zaman zaman ezilir, “Ne olur gamsız, kayıtsız, şen ve sıhhatli olsaydı. Dünyanın bütün derdini çekmek için yaratılmış gibi en küçük acılara kalbinde yer vermeseydi!” diye hayıflanırdı. Hassas ve çok okumuştu. Gençliğinin birçok güzel yılını edebiyatla uğraşarak geçirmemiş olsaydı, şüphesiz onun yaptıklarının çoğunu mazur görmeyecekti.
Nahide’nin sevmediği, hiçbir zaman mesut olamayacağını bildiği bir adamla evlenmesi büyük bir hata idi. Evli bir adamı sevdiği için dünyayı simsiyah gördüğü sıralarda bu hataya düşmüştü. Ah bu muhal aşk! Kızını harap eden, bedbahtlığa sürükleyen, isminin etrafında ağız dolusu söz söyleten hep o değil miydi?
Üç ay içinde içtimai mevkisi yüksek olan bir adamı, muhite karşı yüzüstü bırakıvermekle küçük düşürmeye elbette hak kazanmış değildi. Bu yanlış hareketi mazur görmek her babanın elinden gelmezdi.
Sık sık seyahat etmesi, ancak sevdikleri, beğendikleriyle konuşup memleket halkının çoğunun iğbirarını21 kazanması, kocalı bir kadın olmadığı hâlde gayet orijinal, epey dekolte tuvaletlerle balolarda görünmesi, şosede kilometrelerce yalnız başına yürümesi, sporun mahiyetini henüz tam manasıyla kavramayan bir memlekette ne akisler yapardı? Herkesin ne mana vereceğini nazar-ı itibara almadan seviyesine uygun gördüğü erkeklerle konuşuyor, münakaşalar yapıyordu. Bunların muhit üzerinde yaptığı menfi tesirleri, en masum hareketlerinin suitelakkiye22 uğrayarak dedikoduya sebebiyet verdiğini biliyordu. Fakat bütün bunlara rağmen kızını çok seviyor, hem de marazi hassasiyeti, biraz hasta ruhu için acıyarak seviyordu.
“Onu ben de üzer, harekâtını tahdit etmeye23 kalkarsam büsbütün yere vurulur yavrucak!” diye düşünürdü. Geniş bahçesinin kurumuş otlarını ayıklar, gül fidanlarının bükülen boyunlarını düzeltirken, kümeslerine sokulan tavuklara, annelerinin kanatları altında büzülen civcivlere bakarken hep onu bedbaht eden kötü talihi düşünürdü.
Karısı tahsilsiz bir kadın olmakla beraber pek içli idi. Kendisi de hayat yükünü vakitsiz omzuna almak, eski idarenin yersiz hücumlarına, hakaretlerine uğramaktan gelen bir bedbinlikle zaten tam adam sayılmazdı. Bu iki mariz insandan doğan filiz gibi ince kız, vakitsiz yetim kaldığı ve babasının daima yanında bulunduğu, onun her elemine, her işine ortak olduğu için böyle olmuştu.
Şimdi gazetelerde, mecmualarda spor hareketlerini, insanları oyalama için icat edilen binbir küçük şeyi, mektep programlarını, şimdiki hayat şekillerini tetkik ettikçe yalnız kızını düşündüğü için hayata erken geldiğine pişman oluyordu. Onu asıl şimdi bir talebe olarak görmeli ve şimdi çok müsait şartlar altında serbest ve istediğim gibi yetiştirmeliydim, diyordu.
Müzik öğrenmesini istemişti. Öğrendi. Hassasiyeti büsbütün gerildi. Yabancı dil öğrendi. Edebiyatın enginine gömüldü.
Sakat izdivacına mâni olmak için kuvvetle cephe almadı. Ayak direyemedi, bedbaht oldu.
Hayatının muhasebesini yapan yaşlı adam, bu müşkül sınavdan daima gözleri yaşlı çıkardı. Ne yazık! Onu narin bir oyuncak gibi hayatta yapyalnız bırakacak ve bu yüzden daima topraklarında bile ızdırap çekecekti.
Hastalığının kızına haber verilmesini istemiyordu. Onun telaşa düşmesinden, yüreğinin kalkmasından korkuyordu. Fakat Afet, doktorla konuştuktan sonra hemen arkadaşına bir yıldırım telgraf gönderdi.
Ona sadece “gel” demişti. Biliyordu ki, ne pahasına olursa olsun Nahide bu davete koşacaktı. Manasız bir şey için kendisini çağırmayacağından emindi.
Nahide hakikaten gün geçirmeden yetişti. Geceyi buhran içinde kamarasında uykusuz geçirmişti. Acaba ne var, ne oldu diye kendini yiyip bitirmişti.
Bahri Doğru ile Afet, genç kadını istasyonda bekliyorlardı.
“Ne var Afet, doğru söyle. Babama bir şey mi oldu?”
“Hayır, hiç telaş etme. Seni çok özlemiştim. Hem baban biraz keyifsiz.”
Nahide her şeyi anladı. Sararmış yüzüne damlayan gözyaşları içine dökülüyor, kirpikleri sık sık birbirine dolanıyordu.
Atların koşamadıklarına, arabanın yerinde saydığına sinirleniyor, yürürse daha çabuk eve yetişeceğini iddia ediyordu.
Afet, onun buz gibi soğuyan ellerini avuçlarının arasına almış, ısıtmaya çalışıyordu:
“Metin ol Nahide. Yemin ederim, ortada bir şey yok.”
O, eve girer girmez bir çılgın gibi babasının yatak odasına koştu:
“Babam, babacığım!”
Artık