“Hayır!” dedi Bay Barnstaple, kendi kendine ama yarı duyulur bir sesle. “Bu bir rüya… Eğer başka biri olsaydı…”
Gözlerini ovuşturup tekrar açtı, işte yine buradaydı; Bay Mush’ın yanında ve Ütopyalı ilahların arasında sessizce oturuyordu ve Bay Burleigh, gerçek bir şüpheci olan, hiçbir şeye inanmayan, hiçbir şey karşısında şaşırmayan Bay Burleigh, binlerce konuşma yapmış bir adamın öz güveni ile parmak uçlarında yükselerek konuşmasını sürdürüyordu. Londra’da, Guildhall’da bile kendinden ve dinleyicilerinden daha emin olamazdı. Üstelik buradaki dinleyicileri de onu anlıyordu! Bu çok saçmaydı!
Bu büyük saçmalığa boyun eğmekten, oturup dinlemekten başka çaresi yoktu. Düşünceleri, Bay Burleigh’nin konuşmasından bazen tamamen kopuyordu. Ardından tekrar kendini toparlıyor ve çaresizce konuşmaya odaklanmaya çalışıyordu. Bay Burleigh, tecrübeli bir konuşmacının tavırlarıyla, ara sıra duraklayarak, elleri gözlüklerinde veya ceketinin yakalarında, mümkün olduğunca açık ve makul olmaya çalışarak Ütopya’ya dünyamız hakkında bilgi veriyordu; onlara devletleri ve imparatorlukları, savaşları ve Büyük Savaş’ı, ekonomik düzeni ve düzensizlikleri, devrimleri ve Bolşevizmi, Rusya’da başlamakta olan korkunç kıtlığı, dürüst devlet adamları bulmanın ne kadar zor olduğunu, gazetelerin bu konuda hiç yardımcı olmadığını, kısaca insan hayatının tüm karanlık ve kasvetli yanlarını anlatıyordu. Serpentine, “Son Karmaşa Çağı” terimini kullanmıştı ve Bay Burleigh de bu terimden bol bol yararlanıyordu…
Çok etkileyici bir doğaçlamaydı. Neredeyse bir saat sürmüştü ve Ütopyalılar sonuna kadar ilgili ve meraklı bakışlarla, ara sıra başlarını sallayıp anladıklarını belirterek dinlemeyi sürdürmüşlerdi. “Çok benziyor…” diye bir ses çınlıyordu Bay Barnstaple’ın kafasının içinde. “Burada da… Karmaşa Çağı’nda…”
Sonunda Bay Burleigh sakin bir ihtiyatkârlıkla konuşmasını tamamladı. Ardından türlü türlü övgüler aldı.
Eğilerek selam verdi. Bitirmişti. Bay Mush, başka kimsenin katılmadığı coşkulu bir alkışla herkesi şaşırttı.
Bay Barnstaple’ın zihnindeki baskı artık dayanılmaz bir hâl almıştı. Birden ayağa fırladı.
2. BÖLÜM
Tecrübesiz bir konuşmacıdan bekleneceği gibi ellerini ve kollarını sallayarak konuştu, “Bayanlar, baylar!” dedi, “Ütopyalılar, Bay Burleigh! Sizden bir dakikanızı rica ediyorum. Küçük bir mesele var. Acil!”
Kısa bir an için söyleyecek bir şey bulamadı.
Sonra Urthred’in gözlerindeki ilgiyi gördü ve devam etmek için cesaret buldu.
“Anlamadığım bir şey var. İnanılmaz bir şey… Demek istediğim, uyumsuz bir şey. Küçük bir çatlak. Her şeyi fantastik bir gösteriye dönüştürüyor.”
Urthred’in anlayışlı bakışı, fazlasıyla cesaretlendiriciydi. Bay Barnstaple, herkese hitap etmekten vazgeçerek, doğrudan onunla konuşarak devam etti.
“Ütopya’da yaşıyorsunuz, bizden binlerce yıl ileride. Peki ama nasıl oluyor da günümüz İngilizcesini konuşabiliyorsunuz? Bizim kullandığımız dilin tamamen aynısını? Size soruyorum, bu nasıl mümkün olabilir? Bu inanılmaz. Her şeyi parçalıyor. Sizi bir hayale dönüştürüyor ama buna rağmen bir hayal değilsiniz. Kendimi, neredeyse çıldırmış gibi hissediyorum.”
Urthred gülümsedi. “İngilizce konuşmuyoruz.”
Bay Barnstaple, yerin ayaklarının altından çekildiğini hissetti. “Ama İngilizce konuştuğunuzu duyuyorum.” dedi.
“Yine de İngilizce konuşmuyoruz.” diye cevap verdi Urthred. Gülümsemesi genişledi. “Hiçbir dili, sıradan nedenler için konuşmuyoruz.”
Aklı her zamanki fonksiyonlarını yerine getirmekte zorlanan Bay Barnstaple, olduğu yerde kalarak saygıyla dinlemeyi sürdürdü.
“Yıllar önce…” diye devam etti, Urthred, “şüphesiz, dilleri kullanıyorduk. Sesler çıkarıyor ve sesleri duyuyorduk. İnsanlar düşünüyor, ardından kullanacakları kelimeleri düzenleyip seçerek dile getiriyordu. Duyan kişi bu kelimeleri algılıyor, anlıyor ve kendi kafasının içinde fikirlere çeviriyordu. Sonra, bizim de henüz tam olarak anlayamadığımız bir şekilde, insanlar, daha kelimelerle giydirilmeden ve seslerle dile getirilmeden fikirleri algılamaya başladı. Konuşmacı kendi aklında söyleyeceklerini düzenler düzenlemez henüz kendi aklında bile seslerle ifade etmeden önce kafalarının içinde duymaya başladılar. Daha karşılarındaki söylemeden ne söyleyeceğini biliyorlardı. Bu doğrudan iletişim günümüzde yaygınlaştı; bir dereceye kadar, insanların birbirlerini bu yolla anlayabildikleri ortaya çıktı ve bu yeni iletişim yöntemi sistematik olarak geliştirildi.
Bugün bizim dünyamızda uyguladığımız yöntem bu. Birbirimize doğrudan düşünerek hitap ediyoruz. Fikirlerimizi iletmeyi istediğimiz için fikirler iletiliyor, aradaki mesafe çok olmadığı sürece. Artık sesleri sadece şiir veya eğlence için kullanıyoruz veya yoğun duygu yüklü anlarda, uzak mesafeye bağırmak ve elbette hayvanlara seslenmek için, birbirimizle fikirlerimizi paylaşmak için değil. Size hitaben düşündüğümde fikirler, kendilerine karşılık gelen kavramlar ve uygun kelimeler bulabildikleri sürece doğrudan aklınızda beliriyorlar. Benim düşüncelerim sizin aklınızın içinde kendini duyduğunuzu sandığınız kelimelere dönüştürüyor ve doğal olarak bu kelimeler kendi dilinizdeki kelimeler olarak açığa çıkıyor. Muhtemelen arkadaşlarınız söylediklerimi, her biri kendine kelime dağarcıklarına dayanarak bazı farklılıklarla duyuyorlar.”
Bay Barnstaple, tüm bunları anladığını belirtir şekilde kafasını sallayarak ve zaman zaman araya girme ihtiyacı hissederek dinliyordu. Bu noktada dayanamayarak atıldı: “O hâlde bu yüzden, ara sıra, örneğin Bay Serpentine, olağanüstü konuşmasını yaparken, bizim en ufak bir şekilde haberdar olmadığımız fikirlerden bahsedildiğinde hiçbir şey duymuyoruz.”
“Böyle boşluklar var mı?” diye sordu Urthred.
“Pek