Çok emek sarf edilerek meydana getirilen bu parkın nihayet 1870 ilkbaharında halkın istifadesine açılacağı söylentisi ortalıkta dolaşmaya başladı. Bu ilgi çekici havadis, eğlence düşkünü birtakım İstanbul gençleriyle bu gibi eğlencelere, yaratılışları icabı, erkeklerden kat kat düşkün olan hanımları harekete getirdi. Âdeta birbirleriyle yarışırcasına elbise ve süsle ilgili hazırlıklara başladılar. Parkın açılma günü yaklaştıkça bu hazırlıklar da gittikçe hızlanıyordu. Birçok aileler, her günün her saatinde hatta mehtaplı gecelerde, bu eğlence yerinden daha fazla faydalanabilmek için Çamlıca, Bulgurlu, Kısıklı, Topanelioğlu ve Bağlarbaşı2 taraflarında köşkler, evler kiralayarak daha şimdiden buralara taşınmaya başladılar.
Nihayet o yılın mayıs ayı başlarında Çamlıca Parkı törenle açıldı. Dinlenme ve gezintiye mahsus olan cuma ve pazar günleri Beylerbeyi, Üsküdar, Kadıköyü3 gibi Çamlıca’ya civar sayılan yerlerden başka İstanbul’un en uzak semtlerinden, Boğaziçi’nden ve diğer yerlerden arabalar, hayvanlar ve kayıklarla hatta yayan olarak gelen kadınlı erkekli insan sellerinin parka akışı gerçekten görülecek şeydi.
Etrafı bir çeyrek saatte ancak dolaşılabilen park, o kadar genişliğine rağmen bu kalabalığı almıyor; onun için halkın bir kısmı kapıdan girdikçe içeridekilerin diğer bir kısmı öteki kapıdan çıkmak zorunda kalıyordu. Böylece gerek yukarıki kapıdan gerek aşağıki kapıdan arka arkaya mütemadiyen girip çıkan kalabalıkla -benzetme biraz kabaca ise de- büyük bir arı kovanını andırıyordu. Arı kovanından farkı, arıların bal alacakları renk renk çiçeklerin de içeride bulunmasıydı… İçeride kalanlardan -alafranga bir deyimle- taife-i latifeye4 mensup olanlar, ilkbahar çiçekleriyle yarışırcasına, en parlak, en göz alıcı renkler içinde ve üçü beşi bir yerde çiçekler gibi iki taraflarına salınarak gezinirler ve bunlardan bal almak hevesiyle birtakım genç beyler de çiçekten çiçeğe konan arılar gibi, bunların arasında ikişer ikişer dolaşıp dururlardı.
Parkın dışarısına gelince, o da bir başka âlemdi: İçlerinde süslü hanımlar, şık beyler bulunan birkaç yüz araba, parkın etrafını kuşatarak müteharrik bir zincir gibi birbiri ardınca biteviye dolaşırlardı.
Gerçi o tarihte parkın ağaçları henüz pek küçük, ormanlar ise pek seyrekti. Bununla beraber, bahçeleri süsleyen güzel manzaralı ağaç, çiçek ve çimenlerin her çeşidi bol bol mevcuttu. Bunlardan başka, zarif köşkler ve havuzlar, seyredenlerin gözlerini okşuyor, burasını bir kat daha güzelleştiriyordu. Dolaşmaktan yorulanların oturup dinlenmeleri için yolların iki tarafına renk renk birçok banklar konmuştu. Bütün bu cazip şeyler, İstanbul’un diğer gezinti yerlerine karşı halkın rağbetini azaltıyor; en uzak semtlerde oturanları bile buraya çekiyordu. Cuma ve pazardan başka günlerde ve bazı mehtaplı gecelerde bu park, nihayetsiz bir insan seliyle dolup dolup boşalıyordu. Hülasa, daha önce de belirtildiği veçhile, Çamlıca Parkı o devirlerde şimdiki gibi ıssız, sessiz ve hüzünlü değil, bilakis çok neşeli, çok eğlenceli bir yerdi. Bugünkü ihtiyar ağaçlar vaktiyle birer taze fidandı; en hafif rüzgârla nazlı nazlı sallanarak birbirleriyle öpüşür gibi dudak dudağa gelirler; birbirlerine sanki gizli bir şeyler fısıldaşırlardı…
3
O senenin haziran ortalarına doğru sıcaklar günden güne şiddetini artırdı. Sıcaklar ziyadeleştikçe park serinleşiyor ve kalabalıklaşıyordu. O sıralarda bir perşembe gecesi çıkan fırtınanın arkasından sabaha kadar devam eden yağmur, havayı temizleyip serinleştirmiş; tozları tamamen bastırmış; dağlara, bağlara da yeni bir tazelik vermişti. Ertesi gün cuma idi. Saat sekiz sularında5 park, o güne değin eşi görülmedik bir kalabalıkla dolmuştu.
Ziyaretçilerin birçoğu -kadınlar ayrı, erkekler yine ayrı olarak- üçer beşer gruplar hâlinde, parkın içinde aşağı yukarı geziniyorlar; bir kısmı da yol kenarlarında ve tarhların arasındaki banklara oturarak ve çalgıcıların -o zamanlar İstanbul’da pek moda olan- “Belle Hélène” operasından çaldıkları havaları dinleyerek gezinenleri seyrediyor ve eğleniyorlardı.
Bu seyircilerin içinde, tahminen yirmi üç yirmi dört yaşlarında, toparlak yüzlü, saz benizli, ela gözlü, siyah saçlı, az bıyıklı, kısaca boylu, gayet şık giyinmiş bir bey görülüyordu. Bulunduğu yer aşağıki kapıya yakın ve kapıdan girip çıkanları görmeye gayet elverişliydi. Bir masanın iki yanındaki sandalyeden birisine kendi kurulmuş, ötekine de pardösüsünü güya gelişigüzel atıvermişti. Pardösünün yakasının iç tarafındaki “Terzi Mir” markası6 yakından geçenlerin gözlerine derhâl çarpıyordu.
Masanın üzerinde bir tepsi içinde görülen bira bardağı, hemen bir saatten beri, geldiği gibi dolu durmaktaydı. Bu genç ve şık bey ise oturduğu yerde sol ayağı üzerine atmış olduğu sağ ayağını müziğin ahengine uygun bir hareketle mütemadiyen oynatıyor; o ayağı pek de küçük olmadığı hâlde ziyadesiyle zarif, ziyadesiyle biçimli gösteren “Heral”7 işi parlak rugan iskarpininin sivrice burnuna elindeki bağa saplı ve sapının üstünde M. B. harfleri okunan gümüş markalı bastonu ile biteviye vuruyor; üç beş dakikada bir kere uçları altınlı bir siyah ipek şeride bağlı mineli saatini beyaz yeleğinin cebinden çıkarıp baktıktan sonra sabırsızlık ifade eden bir hareketle yerinden fırlayarak kapı tarafına doğru beş on adım gidiyor; sonra yine sandalyesine dönerek evvelki vaziyetini alıyordu. Delikanlının bu hâline dikkat edenler, birisini sabırsızlıkla beklediğini derhâl anlarlardı.
4
Muhteşem Bihruz Bey, eski vezirlerden müteveffa … Paşa’nın oğludur.
Valilikten valiliğe nakledildiği için on beş sene kadar İstanbul’a hiç ayak basmamış olan babasıyla birlikte o da memleket memleket dolaşmış, bu müddet zarfında hiçbir tahsil görememiş, o yaştaki çocuklara birinci derecede lüzumlu olan malumatı on altı yaşına kadar elde edememişti. Nihayet babası son valiliğinden ayrılarak İstanbul’a gelince mahdum beyin bir rüştiyeye8 konulmasına nasılsa himmet olundu! Aradan henüz altı ay geçmemişti ki … Paşa yine bir vilayet valiliğine tayin edilerek İstanbul’dan ayrılmak zorunda kaldı. Fakat bu defa Bihruz Bey öğreniminden geri kalmasın diye annesiyle beraber İstanbul’da bırakıldı.
İki yıl sonra paşa bu son vazifesinden de uzaklaştırılarak İstanbul’a geldiği zaman mahdum beyi, kara cümleden, imladan, kıraatten bizzat imtihan ederek malumatını kendince yeter derecede buldu. Hiç değilse öğrenimini bitirip bir rüştiye diploması alıncaya kadar okula devam ettirmeye lüzum görmedi. Çocuğu kendi arzusu üzerine Babıali kalemlerinden birisine yerleştirdi. Beyefendi için öğrenilmesi artık vacip olan Fransızca ile ikinci derecede lüzumlu sayılan Arapça ve Farsça öğretmek üzere Bihruz Bey’e ayrı ayrı, maaşlı özel öğretmenler tayin edildi.
Bihruz Bey ilk hevesle beş altı ay kadar kalemdeki vazifesine devam etti. Fransızca bir cümleyi daha doğru dürüst okumayı bile beceremediği hâlde kulaktan dolma beş on kelime ile yalan yanlış güya Fransızca konuşuyor; en alafranga genç beylerin tavır, kıyafet, hâl ve hareketlerini bir maymun ustalığıyla taklit etmekte gerçekten büyük başarı gösteriyordu.
Bihruz Bey, anasının babasının biricik evladı olduğu için zaten pek şımarık büyütülmüştü. Paşanın zenginliği, oğlunun her istediği