Bir gece -aslına bakarsanız 20 Mart 1888 gecesi- bir hastamdan çıkmış eve dönüyordum -artık mesleğimi icra ediyordum- ve yolum Baker Caddesi’ne düştü. Çok iyi bildiğim kapının önünden geçerken -ki burayı hep sevgiyle ve karanlık olaylarla bağdaştırmışımdır-Holmes’u tekrar görmek ve olağanüstü güçleriyle hâlâ meşgul olup olmadığını öğrenmek için güçlü bir isteğe kapıldım. Odaları çok iyi ışıklandırılmıştı ve yukarı baktığımda, onun uzun boylu figürünün perdenin arkasından, karanlık bir silüet olarak iki kez geçişini gördüm. Kafası eğik, elleri arkasında, hızla ve hevesle odada dolaşıyordu. Her hareketini, her huyunu iyi bildiğimden bu hâlini görünce neler olduğunu hemen anladım. Yine iş başındaydı. Uyuşturucunun hülyalı etkisinden sıyrılmış, yeni bir problemin izini sürüyordu. Zile bastım ve bir zamanlar benimle paylaştığı odalara yöneldim.
Çok coşku ile karşılanmadım. Zaten bu, onda nadir gördüğüm bir tepkiydi; ama sanıyorum beni gördüğüne sevinmişti. Tek kelime etmeden samimi bir bakışla koltuğa oturmamı işaret etti, purolarını uzattı ve köşede duran içkileri gösterdi. Sonra ateşin yanında durarak her zamanki iç gözlemsel tarzıyla beni süzdü.
“Evlilik sana yaramış.” dedi. “Seni en son gördüğümden beri sanıyorum üç buçuk kilo almışsın.”
“Üç kilo.” dedim.
“Haklısın, biraz daha düşünmeliydim… Sadece birazcık daha… Watson, tekrar çalışıyorsun gördüğüm kadarıyla. Yine üniforma giymeye niyetlendiğini bana söylememiştin.”
“Peki, nereden anladın?”
“Görüyorum ve sonuç çıkarıyorum. Son zamanlarda yağmurda kalıp iliklerine kadar ıslandığını, çok sakar ve pervasız bir hizmetçiniz olduğunu da anlıyorum.”
“Sevgili Holmes…” dedim. “Bu biraz fazla oldu. Birkaç yüzyıl önce yaşasaydın seni kesin ateşe atarlardı. Perşembe günü şehir dışında yürüyüşe çıktığım ve korkunç bir vaziyette eve geldiğim doğru ama elbiselerimi değiştirdiğim hâlde böyle bir sonuca nasıl vardığını aklım almıyor. Mary Jane’e gelince; iflah olmaz biri o ve bu yüzden eşim onu ikaz etti; ama yine de bunu nasıl başarabildiğini anlayamıyorum.”
Kendi kendine kıkırdayarak uzun parmaklı ellerini ovuşturdu.
“Çok basit.” dedi. “Şömine ateşinin üzerine doğru parladığı sol ayakkabının iç kısmındaki deride yaklaşık altı tane çizik var. Tabakalaşmış çamuru çıkarmak için tabanın kenarlarının çok dikkatsiz biri tarafından kazındığı aşikâr. Gördüğün gibi iki sonuca birden ulaştım. Kötü havada dışarı çıktığını ve Londra hizmetçilerinden birinin çizmeni kötü bir şekilde temizlediğini anladım. Çalışıyor olmana gelince; eğer biri odama iyodoform kokarak girerse, sağ işaret parmağında gümüş nitrattan oluşan siyah bir leke varsa ve stetoskobunu gizlediği silindir şapkasının sağ tarafında bir pırtlama görünüyorsa o kişinin, tıp mesleğini icra etmediğini söylemem için kör olmam gerekir.”
Yaptığı tümdengelim işlemini anlatırkenki rahatlığı karşısında gülmeye başladım. “Nasıl yaptığını anlatınca…” dedim. “O kadar basit geliyor ki benim de kolaylıkla başarabileceğimi düşünüyorum ama sonucu nasıl çıkardığını söyleyene kadar hep şaşkınlık içindeyim. Buna rağmen benim gözlerimin seninki kadar keskin olduğunu düşünüyorum.”
“Aynen öyle!” dedi ve sigarasını yakarak koltuğa oturdu. “Yalnız sen gözlemlemiyorsun. Bunun farkında olman gerekir. Örneğin, koridordan bu odaya kadar çıkan merdivenleri pek çok defa gördün.”
“Evet, pek çok defa.”
“Ne sıklıkta peki?”
“Eh, yüzlerce defa olmalı.”
“O zaman kaç basamak var?”
“Kaç tane mi? Bilmiyorum.”
“Düşündüğüm gibi. Gördün ama gözlemlemedin. Anlatmak istediğim nokta bu. Ben on yedi basamak olduğunu biliyorum çünkü hem gördüm hem gözlemledim. Bu arada, böyle ufak tefek meselelerle ilgilendiğin ve bir iki tane önemsiz deneyimimi kaleme aldığın için bunun da ilgini çekeceğini sanıyorum.” Masanın üzerinde duran kalın, pembe renkli bir kâğıdı bana uzattı. “Son postayla geldi.” dedi. “Yüksek sesle oku.”
Kâğıdın üzerinde ne tarih ne imza ne de adres vardı.
“Bu akşam saat 7.45’te bir ziyaretçiniz olacak.” diye yazıyordu. “Bir beyefendi size çok önemli bir konu için danışmak istiyor. Avrupa’da, kraliyet ailelerinden biri için yapmış olduğunuz hizmetten dolayı abartılmayacak kadar önemli meseleler konusunda size güvenilebileceğini göstermiş bulunuyorsunuz. Sizinle ilgili söylentileri etraftan öğrenmiş bulunuyoruz. O saatte dairenizde bulunun ve eğer ziyaretçiniz maske giymiş olursa lütfen kusuruna bakmayın.”
“Oldukça gizemli.” dedim. “Sence bu ne anlama geliyor?”
“Henüz elimde hiçbir veri yok. Eğer elinde veri yoksa teoriler kurmak çok büyük bir hatadır. Genelde insanlar acımasızca gerçekleri saptırarak teorilerine uydurmaya çalışırlar. Oysa teoriler gerçeklere uydurulmalıdır. Evet, bu mesajın kendisine bir göz atalım. Nasıl bir sonuç çıkarıyorsun?”
Dikkatle yazıyı ve yazının bulunduğu kâğıdı inceledim.
“Bunu yazan kişinin maddi durumu iyi olmalı.” dedim arkadaşımın yöntemlerini taklit etme çabasıyla. “Kâğıdın paketi iki üç şilinden daha az değildir, tuhaf bir şekilde oldukça sağlam ve kalın.”
“Tuhaf… İşte aradığım kelime!” dedi Holmes. “Kesinlikle İngiliz kâğıtlarına benzemiyor. Işığa doğru tutar mısın?”
Dediğini yaptım ve kâğıdın dokusuna işlenmiş büyük “E” ve yanında küçük “g”, bir “P” ve büyük “G” ile küçük “t” harflerini gördüm.
“Bundan ne anlam çıkarıyorsun?” diye sordu Holmes.
“Üreticinin adı şüphesiz ya da onun monogramı.”
“Hayır, öyle değil. ‘G’ ve ‘t’, ‘Gesellschaft’ demek yani Almancada ‘şirket’ anlamında. Bizde de alışıldığı üzere kısaltması var. ‘P’ yani ‘Papier’, ‘kâğıt’ anlamındadır. ‘Eg’ için coğrafya indeksine bakalım.”
Raftan ağır ve kalın bir cilt indirdi. “Eglow, Eglonitz, işte burada, Egria! Almanca konuşan bir ülkeymiş; Bohemya’da, Carlsbad’tan fazla uzakta değilmiş. Wallenstein’ın ölüm yeri olması, sayısız cam ve kâğıt fabrikalarının bulunması ile meşhur,