…
Zırtaf’ın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı. İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolverler vardı:
“Ellerinizi yukarı kaldırın!”
Prens Efruz dö Kızıl’ın aklından binbir ihtimal bir anda geçti. Acaba asalet teşkilatı yapacaklarını haber alan demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip etmişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi, zayıf kollarını havaya kaldırmıştı. Arkadaşları da şaşırmışlar, onu taklit etmişlerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat ah, keşke revolveri yanında olsaydı… O da ekseriyete uydu. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz bir mabuda dua edecekmiş gibi, istemeye istemeye yukarı kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında iki de polis duruyordu. En öndeki memur, bu polislere üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkanlılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılıyordu ki işe hükûmet de karışmış! Demokrat hükûmet, asilleri yakalamak, programlarını filan elde etmek istiyordu. Ama bir şey bulamayacaklardı.
Komiser olması icap eden memur:
“Fişleri, kâğıtları filan hep getiriniz?” dedi.
Anlaşıldığına göre işi kumar baskını hâlinde idare etmek istiyorlardı. Hay kurnazlar hay…
Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtaf’a sordu:
“Aziz! Bu seni kaçıncı yakalayışım?”
…
“Ben ‘Bu Beyoğlu’nda sana kumar oynatmam!’ demedim mi?”
“Biz burada kumar oynamıyorduk ki…”
“Ya ne yapıyordunuz?”
“Hiç…”
“Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip ediyoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun. Mihal’i de şimdi götüreceğim. Onunla ortak olmuşsunuz. Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane…”
“Vallahi Komiser Bey, burada şimdi kumar oynamıyorduk.”
“Ne yapıyordunuz?”
…
Zırtaf cevap veremiyordu. Prens Efruz’un ödü koptu. Ya hakikati söylerse işte o vakit işleri yamandı. İhtilalcilikle, inkılapçılıkla itham olunacaklardı.
Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.
…
“Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?”
“Konuşuyorduk.”
“Ne konuşuyordunuz?”
“Şuradan buradan…”
“Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelsi gece, pazar sabahı hep şuradan buradan mı konuştunuz?”
…
“Hem Mihal’le ortak olmuşsun.”
“Haşa.”
“Bu apartmanı da o tutmuş.”
“Olabilir.”
“Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?”
“Burada kirayla bir oda tutuyorum.”
Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı hâlde hâlâ hepsinin kolları yukarıdaydı. Kara Tanburin, Müzekki Civan hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını açtı:
“Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Müsaade ediniz de aşağı indirelim.”
“İndiriniz, indiriniz.”
…
Sonra, Prens Zırtaf saçmalayıp da sırlarını meydana vermesin diye, işi kısaca kesti:
“Evet, komiser efendi. Biz burada kumar oynuyorduk.”
Komiser hemen Zırtaf’a döndü:
“İşte arkadaşın itiraf ediyor.”
“Yalan.”
Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey bu iftirayı hakaret telakki etmedi. Tekrar:
“Yalan değil!” dedi.
Komiser biraz tereddüt ediyordu:
“Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerede?”
Para lafı Efruz Bey’in kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi:
“Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.”
“Vay beyim vay! Ya ne yaparsınız?”
“Paralarımız bankada durur.”
“Ha, işte, ben de o bankayı soruyorum.”
“Size söylemeye bir mecburiyetim yok.”
“Karakolda bülbül gibi söylersin.”
…
Sonra komiser, adını “Mihal” olarak bildiği uşağı sıkıştırıyor, paraları nereye sakladığını soruyordu.
Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi. Böylece asırlarca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhitte resmî asalet iddiasına kalkmak, hakikaten oldukça tehlikeli bir şeydi. “Tanin”de “Prens Uzun Hasan”ın nasıl kartı teşhir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtaf’ın Beyoğlu’nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu olduğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkûm edildiğini işittiği zaman:
“Zavallı prens!” dedi, “Asaletin kurbanı oldu! Sırrımızı hükûmete vermemek için yalancıktan kumarcılığı kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama denklerin altında kalan büyük ceddi Kaysüzzırtaf’ın ‘azametli ruhu’ şüphesiz yine içinde yaşıyor.”
Politika ve asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılap, gürültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucak’a yazıldı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evine pek geç gelir, güneş doğmadan kendini sokağa, yani Bucak’a atardı.
BİLGİ BUCAĞINDA
Ama epey zamandan beri Efruz Bey yine hiçbir tarafta görünmüyordu. Bucak’ta verdiği son konferansları hatırlayanlar onu Kaşgar’a gitmiş sanıyorlardı.
Ah, hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur konferanslar sayesinde değil miydi ki İstanbul’da yeni bir âlem doğdu. Yüz bin “Arnavutköy akıntısı” kuvvetinde şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki biz, yani İstanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz! Bucak’ın salonu hıncahınç doluyordu. Efruz Bey’in şaşaası içinde Çapakçurlu, Mamayof gibi en büyük, en dâhi Bucaklıların namı söndü. Türklerin millî büyük büyük şairleri Emin Bey’le gayri millî “Dahi-yi azimüşşanları” Abdülhak Hâmit’in resimleri indirildi. Yerlerine Efruz Bey’in, yollar kapalı olduğundan henüz gidemediği Petersburg, Oroçensk etnografya müzelerindeki derin derin tetebbuları neticesinde bulduğu -hayır bulduğu değil- keşfettiği millî Türk kıyafetiyle çıkarılmış resimleri asıldı. Bu resimler tabii büyüklükte idi. Bucak’ın reisi, bunlara göre, Efruz Bey’in bir de heykelini yaptırmak istemiş fakat o vakit Efruz Bey razı olmamış:
“Yaşayan