Rusya’da çarın meclisindeki azalar, âyanlar hep asildi. Almanya’da asil olmayanlar bir süvari zabiti bile olamazdı. İşte meşrutiyet ilan olunalı hemen hemen iki sene oluyordu. Hâlâ Türkiye uyanmamıştı. Hâlâ asiller aranmıyordu. Hâlâ “Bizim köylümüz arazi sahibidir. Anadolu’da hiç arazisiz esir yoktur. Esir olmayınca tabii arazisiz asil de olmaz.” diye mantık yapılıyordu. Kendisi, dostları asil değil de ne idiler!..
Beyoğlu’ndaki arkadaşlarından bir Yusuf Pinko vardı ki halis muhlis asil bir prens, hatta bir kraldı. Arnavutluk’taki çatısız şatosunda, hâlâ dedesi Büyük İskender-i Kebir Bey’den kalma heybeler, çuvallar bulunduğunu, görenler söylüyorlardı. Hele şu Azizüssücufüzzırtaf… Bir prensliğe, bir krallığa değil, hatta bir imparatorluğa layıktı. İsmindeki o tarihiyet, o kadimiyet ne ahenkli, ne derin, ne ulviydi… Onu daha küçükken Galatasaray’ın ilk sınıflarından tanıyordu. Asaletten, tarihî kıdemden anlamayan Türkler onunla alay ederler, “Hacı Zırt” diye lakap takmaya cesaret ederlerdi. Sonra Ebülhüda Efendi Hazretleri tarafından bu kadar asil bir prensin ne olduğu belirsizler içinde bulunması münasip görülmemişti. Mektepten çıkartıldı. Hususi muallimler tutuldu. Mabeyine alındı. İstanbullu çocuklar onun hakkında bin türlü iftira uydurmuşlardı. Sözde Aziz bir köle imiş… Efendisi Avrupa’ya gideceği için onu leyli olarak mektebe koymuş, Avrupa’dan gelmeyip Jön Türkler’e karıştığı mabeyinde işitilince emlaki haczedilmiş. Bu yağma esnasında küçük köle Aziz de Ebülhüda Efendi Hazretleri’ne düşmüş.
Efruz Bey bu yalanların hiçbirisine inanmazdı.
“Meşrutiyet falan laflarını bırakalım.” dedi, “Böyle adi şeyler konuşmak bize yakışmaz. Mademki biz asiliz, düşüncelerimiz de musahabelerimiz de asilce olmalı.”
“Evet.”
“Evet.”
“Evet, evet!” dediler.
Hepsi bu fikirdeydi. Efruz Bey ayağa kalktı. Ellerini pantolonunun ceplerine soktu. Ayaklarını biraz açtı. Güzel laf söyleyeceği zaman daima bu vaziyeti alırdı.
“Bu memlekette asalete o kadar ehemmiyet verilmiyor. Niçin?
Buna hepiniz cevap veriniz.”
Azizüssücufüzzırtaf:
“Millet bozulmuş da ondan…”
Nermin Bey:
“Meşrutiyet sebebinden.”
Müzekki Bey:
“Meşrutiyet daha iyice anlaşılmadığından!”
Kara Tanburin Bey de:
“Henüz mükemmel tarih, hukuk kitapları yazılmadığından!” dedi.
Efruz Bey başını salladı. Hayır… Hayır. Bunlar ciddi sebepler değildi. Asıl sebebi, hiçbiri bulamıyordu. Vakıa asildiler. Fakat asaletin ruhi, içtimai mahiyetini bilmiyorlardı.
“Bakınız, ben bu sebebi size söyleyeyim. Biz asil olduğumuz hâlde ismimize ehemmiyet vermiyoruz. Ecdadımızın namlarını taşımıyoruz. Asalet unvanları kullanmıyoruz. Biz kendi kendimizi tanımazsak halk bizi tanır mı?”
“Doğru.”
“Evet, doğru.”
“Hakikaten doğru.”
“Hakikaten çok doğru…”
Efruz Bey en doğru sebebi bulabildiği için sevindi. Gözleri parladı. Tek gözlüğü düşecekti. Hızla cebinden çıkardığı eliyle bu mühim aleti tuttu:
“Evvela biz kendimizi, sonra birbirimizi bilelim. Birbirimize unvanlarımızla hitap edelim. Toplanalım. Birleşelim. Kuvvetlenelim. Birleşmekten kuvvet doğar!”
“Şüphesiz.”
“Evet, şüphesiz.”
“Evet, şeksiz, şüphesiz.”
“Evet, katiyen şeksiz, şüphesiz…”
Efruz Bey’i tasdik ederken misafirlerin dördü de sâri, mihaniki yeni bir hareketle ayağa kalkmıştı. Ortadaki fes rengi ipek örtülü yuvarlak masanın başına toplandılar. Mühim bir müzakerenin mukaddimesini hisseden Efruz Bey:
“Altımıza birer sandalye çekelim!” dedi.
Hepsi birer sandalye aldı. Oturdular. Dirseklerini masanın kenarına dayadılar. Konuşmak için bir ruhu çağıran ispritizmacılar gibi ciddi duruyorlardı.
Efruz Bey:
“Evvela kendimizi biliyor muyuz bakalım?” dedi.
İçlerinden “kendisini bilmeyen” çıkmadı. Hepsi prensti. Hepsi silsilelerini, cetlerini, tarihlerini tanıyorlardı. Müzekki Bey bundan altı yüz sene evvel Birinci Sultan Osman’a Britanya adasından sefaretle gönderilen ceddini, İngiltere’deki eski cetlerini bile tanıyor, su gibi ezberden sayıyordu. Sultan Osman’ın yanına gelen “Lord Conson Sgovat” ismindeki ceddi tam iki bin senelik bir ailenin son goncasıydı. O vakit “hukuk-ı düvel” kavaidini hükûmetin hariciye nezareti kabul etmediğinden sultan çok beğendiği lordu tekrar memleketine göndermemiş ve gözlerinin önünde çatır çatır sünnet ettirerek Müslüman yapmıştı. Amelî bir surette hidayete erdirilen bu zata maatteessüf tarihlerin ismini söylemediği bir prenses, Prens Orhan’ın küçük süt kardeşi verilmişse de Britanya hükûmeti bu lütfu bir tecavüz addetmişti. Türkiye’ye hemen ilan-ı harp etti. O vakit Osmanlılar’ın daha hiç sahili yoktu. İngilizler Türklerin sahile inmelerini belki yarım asır beklediler. Nihayet sahile gelen Türklerin donanmaları yoktu. Donanma tesis etmelerini de yüz elli sene beklediler. Sonra bir gün Edremit önünde ilk rast geldikleri Türk yelkenlisini batırdılar. İçindeki Rum balıkçıları esir aldılar. Bu iki yüz senelik harp hâlinden bugünkü tarihler gibi o vakitki hükûmet adamlarının da haberleri yoktu. İngiltere intikamını almış farz etti. Kendi kendine, tek başına bir sulh aktederek muahedenameyi Rodos açıklarında yine tek başına imzaladı. Bu muahedenamenin aslı şimdi kralın kütüphanesinde saklıydı. Dünyada yegâne, tek bir devlet tarafından tek başına yapılmış bir muahede olduğu için tarih nazarında paha biçilmez derecede bir vesikaydı. Lorda, Türkler evvela “Damat Con Paşa” demişlerse de “Con” kelimesinden mana çıkaramayan halk bunu “Civan Paşa”ya tebdil etmişti.
Müzekki Bey:
“İşte!” dedi, “Onun için bizim ailemize ‘Civanzadeler’ denir.”
Efruz Bey sordu:
“Niçin bu kadar eski, bu kadar asil ailenizin ismini taşımıyorsunuz?”
Müzekki Bey başını sallayarak:
“İki sebepten!” dedi, “ ‘Civanzadeler’ desem ‘Rezzakizade’ gibi pek Karagözvari oluyor. Çok alaturka bir isim! Sonra kendime ‘Müzekki Civan’ yahut ‘Civan Müzekki’ desem bıyıklarımı tıraş ettiğim için halk bundan kötü bir lakap telmihi çıkarıp aile ismim olduğunu anlamayacak.”
Kâmuran Kara Tanburin Bey:
“ ‘Müzekki dö Civan’ deyiniz.”
Ezzırtaf:
“Evet, mesela ‘Marki Müzekki dö Civan…’ ” dedi.
Müzekki Bey:
“Fakat azizim, marki diyorsunuz. Hâlbuki ben prensim!” diye reddetti.
Nermin Bey itiraz etti:
“Nasıl prens oluyorsunuz? Ceddiniz lord imiş! Hiç hükümdarlık etmemiş.”
“Hayır, prensim! Ceddim Lord Damat Civan Paşa,