“Henry, tıpkı orijinalinin olduğu gibi. Uzaktan kuzen olmalıyız, başka türlüsü mümkün değil. Ben o yaşlı, çirkin, tilki korsanın ganimetinin peşindeyim.”
“Ben de öyleyim.” dedi Francis, tokalaşmak için elini uzatarak. “Ama paylaşmanın canı cehenneme.”
“İçindeki eski kan konuşuyor.” dedi Henry onaylayarak ve gülümsedi. “Kim bulursa onundur. Son altı ay boyunca, bu adanın büyük bir kısmının altını üstüne getirdim ve tek bulduğum eski süprüntüler oldu. Eğer yapabilirsem seni yenmek için yanında olacağım ama gerekli çağrı geldiğinde ana ustanın karşısına çıkacağım.”
“Bu şarkı bir mucize.” dedi ısrarla Francis. “Bunu öğrenmek istiyorum. Tekrar çalsana.”
Ve birlikte kadehlerini tokuşturarak, şarkıyı söylediler:
Ana komutaya karşı arka arkaya, tüm mürettebat körfezde tutuldu.
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
Ancak araya giren baş ağrısı, Francis’in şarkıyı yarıda bırakmasına neden oldu. Henry tarafından ayarlanan serin bir hamakta dinlenebilmek onu fazlasıyla mutlu etti; Henry ziyaretçisinin emriyle Kaptan’a demir alabileceğini ancak hiçbirinin izinsiz herhangi bir şey yapmaması kaydıyla Angelique mürettebatının karaya inebileceğini iletti. Francis, ertesi gün geç vakte kadar saatler süren yoğun bir uykunun ardından ayağa kalktı ve başının artık eskisi kadar berrak olduğunu söyledi.
“Nasıl olduğunu biliyorum, bir seferinde attan düşmüştüm.” Garip akrabası onu, büyük bir kupa sade kahveyle karşılamıştı. “İç şunu. Seni yeni bir adam yapacak. Pastırma, deniz bisküvisi ve biraz çırpılmış kaplumbağa yumurtası dışında sana kahvaltıda sunabileceğim pek bir şey yok. Hepsi taze. Bunu garanti edebilirim çünkü bu sabah sen uyurken topladım hepsini.”
“Bu kahve başlı başlına bir ziyafet.” diye övgüde bulundu Francis, bu arada bir taraftan akrabasını bir taraftan da duvarda resmi bulunan büyükbabasını karşılaştırıyordu.
“Sen de tıpkı onun gibisin ve görünüşten çok daha fazlasısın.” diye güldü Henry, onu dikkatle incelerken. “Dün eğer paylaşmayı reddetmemiş olsaydın, yaşlı Sör Henry hayatta olurdu. Kendi akrabalarıyla paylaşmaya bile derin bir antipatisi vardı. Sorunlarının çoğuna neden olan da buydu. Ve kesinlikle torunlarının hiçbiriyle hazinesinin bir kuruşunu paylaşmadı. Ancak ben farklıyım. Calf’ı seninle paylaşmakla kalmayacağım; sana kendi yarımı, tüm kilitlerimi, stoklarımı, silahlarımı, bu sazdan kulübeyi, tüm bu güzel mobilyaları, miras kalan tüm eşyaları, her şeyi ve kaplumbağa yumurtalarından bile geri kalanları hediye edeceğim. Ne zaman taşınmak istersin?”
“Demek istediğin?..” diye sordu Francis.
“Sadece bu. Burada hiçbir şey yok. Adayı neredeyse baştan aşağı kazdım, bulduğum tek şey eski kıyafetlerle dolu bu sandıktı.”
“Seni cesaretlendirmiş olmalı.”
“Muhtemelen. Üzerinde bir ipucu bulabileceğimi sanıyordum. Her hâlükârda, bana doğru yolda olduğumu gösterdi.”
“Bull’u denemeye ne dersin?” diye sordu Francis.
“Bu da şimdiki fikrim.” dedi. “Yine de ana karada bunun için başka bir ipucum daha var. Bu eski zaman adamları, enlem ve boylamların tüm derecelerini gözden çıkarmanın bir yolunu bulmuşlar.”
“Harita üzerindeki on kuzey ve doksan doğu, on iki kuzey ve doksan iki doğu anlamına gelebilir.” diye açıkladı Francis. “Bununla birlikte yine sekiz kuzey ve seksen sekiz doğu anlamına da gelebilir. Düzeltmeleri kafalarında tasarladılar ve beklenmedik bir şekilde ölecek olurlarsa ki bu onların geleneğiydi, sırları da onlarla birlikte ölürdü.”
“Bull’a çıkıp kaplumbağa avcılarını ana karaya kovalayacak bir fikrim var.” diye devam etti konuşmasına Henry. “Ama yine de ilk olarak ana kara ipucunu ele almak istiyorum. Sanırım sende de bir ipucu var, öyle değil mi?”
“Elbette.” dedi Francis başını sallayarak. “Ama öncelikle paylaşmama konusunda söylediklerimi geri almak istiyorum.”
“Sözleri söyle.” diye cesaretlendirdi onu diğeri.
Elleri birbirlerine doğru uzandı ve anlaştıklarını gösterir biçimde tokalaştılar.
“Morgan ve kesinlikle Morgan’la sınırlı.” diye kıkırdadı Francis.
“Varlıklar, tüm Karayip Denizi, İspanyol ana karası, Orta Amerika’nın çoğu, bir sandık dolusu tamamen eski güzel kıyafet ve zeminde bir sürü delik.” diyerek diğerinin mizahına katıldı Henry. “Sorumluluklar, yılan ısırması, hırsız Kızılderililer, sıtma, sarıhumma.”
“Ve tamamen yabancıları öpme alışkanlığı olan güzel kızlar ve hemen arkasından parlak gümüş tabancalarını sana doğrultan yabancılar.” diyerek araya girdi Francis. “Sana hepsini anlatmama izin ver. Dünden önceki gün, ana karaya çıktım. Sahile ulaştığımda, dünyanın en güzel kızı üzerime atladı ve beni ormanın içine sürükledi. Beni yiyeceğini ya da benimle evleneceğini düşündüm. Hangisi olduğunu tam olarak bilemiyordum. Ve ben daha tam olarak neler olduğunu öğrenemeden güzel kız ne yaptı dersin, bıyığıma gereksiz yere laf attı ve bir tabanca ile beni sandalıma kadar geri kovaladı. Bana defolup gitmemi, bir daha asla geri dönmememi ya da ona benzer bir şeyler söyledi.”
“Ana karanın neresinde oldu bu?” diye sordu Henry. Talihsiz macerayı anımsarken kıkırdayan Francis’in farkına varmadığı bir gerginlikle sormuştu bunu.
“Chiriqui Lagünü’nün diğer ucuna doğru.” diye yanıtladı Francis. “Solano ailesinin sahip olduğu topraklar olduğunu öğrendim ve yine öğrendiğim kadarıyla fazlasıyla ateşli bir aile. Ama daha sana her şeyi anlatmadım. Dinle. Önce beni bitki örtüsüne doğru sürükledi, sonra bıyığıma hakaret etti, sonra beni bir tabancayla sandala kadar kovaladı ve sonra onu neden öpmediğimi öğrenmek istedi. Bunu geri çevirebilir miydin?”
“Peki, yaptın mı?” diye sordu Henry, elini bilinçsizce yanında kenetleyerek.
“Garip bir diyardaki zavallı bir yabancı ne yapabilir ki? Kolları dolduracak kadar güzel bir kız.” Bir saniye sonra Francis ayağa fırlamıştı ve Henry’nin onu resmen ezen yumruğu çenesine inmişti.
“Ben… Ben özür dilerim.” diye mırıldandı Henry ve eski deniz sandığının yanına çökü. “Aptalın biriyim, biliyorum ama bunun için duramazsam asılırım…”
“İşte yine başlıyorsun.” diye küskünce sözünü kesti Francis. “Bu çılgın ülkede sen de herkes kadar çılgınsın. Bir an geliyor kırık kafamı bandajlıyorsun, başka anda aynı kafamı benden koparıp almaya çalışıyorsun. Bu, kızın beni öpmesiyle birlikte, namlusunun ucuna sokması kadar kötü.”
“Doğru, ateş et, hak ettim.” diye itirafta bulundu Henry kederli bir ifadeyle ama konuşmasına devam ederken sözleriyle ateş etmeye başlamıştı: “Seni şaşkına çeviren kişi Leoncia idi.”
“Leoncia ise ne olmuş? Mercedes? Ya da Dolores olsa ne olur? Bir adanın kötü şöhretli kum yığınının üzerinde karşılaştığı kirli kanvas pantolonlu bir kabadayı tarafından kafası kırılmadan, bir adam güzel bir kızı tabancanın namlusu ona çevrilmiş olsa bile öpemez mi?”
“O güzel kız, kirli kanvas pantolon içindeki kabadayı ile evlenmek üzere nişanlı…”
“Demek istediğin gerçekten de…” dedi diğeri heyecanla sözlerini