Genç kız gergin bir biçimde mırıldanmaya başladığında, kolundaki çifte kavrayış artık bir çekişmeye dönüşmüştü:
“Çabuk ol! Beni takip et!”
Francis bir anlığına direndi. Kız kesinlikle bunu kabul etmiyormuş gibi başını salladı ve kendisini takip etmesi için onu arkasından çekmeye başladı. Orta Amerika kıyılarında karşılaşılabilecek alışılmadık bir oyun olduğu hissiyle, gönüllülük esasına göre takip etmek zorunda olduğu için mi yoksa onun aceleciliğiyle ormanın içine sürüklenip sürüklenmediğinin farkında olmadığından mı bilinmez, duruma gülümseyerek boyun eğmişti.
“Benim yaptığımı yap.” diye bağırdı kız omzunun üzerinden arkaya doğru, bu sırada bir eliyle onun elini sıkıca kavramıştı.
Francis gülümseyerek kızın söylediklerine itaat etti, kız çömeldiğinde o da çömeliyor, ayağa kalktığında o da kalkıyordu, bu sırada zihninden sürekli olarak John Smith ve Pocahontas’ın görüntüleri geçip gidiyordu.
Birden onu kendine doğru çekerek yere çöktü, elini onu bırakmadan önce yanına oturması için yönlendirdi ve nefes alıp verirken diğer elini kalbinin üzerinde bastırdı:
“Tanrı’ya şükür! Ah, merhametli Meryem Ana!”
Francis onu taklit etmesi gerektiğini ve bunun oyunun bir parçası olduğunu düşünürek, ne Tanrı’ya ne de Meryem Ana’ya seslenmeden, sadece gülümseyerek elini kalbinin üzerine koydu.
“Siz hiç ciddi olamaz mısınız, acaba?” diye parladı genç kız, onun eylemini fark ederek. Ve Francis hemen kendine çekidüzen vererek mümkün olduğunca doğal bir biçimde ciddiyetini takındı.
“Sevgili Hanımefendi…” diye başladı konuşmaya.
Ama genç kız, ani bir hareketle onun susmasını sağladı; Francis giderek artan bir şaşkınlıkla, kadının eğilmesini ve etrafı dinlemesini izledi, birkaç metre ötedeki patikadan aşağıya doğru inen varlıkların hareketini duyabiliyordu. Yumuşak, sıcak avucunun içiyle ona sessiz olmasını emrederek ağzını kapattı ve sonrasında sanki çok sıradan bir hareket yapıyormuş gibi yerinden fırlayarak, Francis’i arkasında bırakıp patika yolun toprak zemininden aşağı doğru kaydı. Francis şaşkınlıktan neredeyse ıslık çalacaktı. Eğer genç kızın giderek uzaklaşan sesini, İspanyolca konuşmasını ve karşılığında sorgular, suçlayıcı, azarlar tarzdaki İspanyol erkeklerin ona verdikleri cevapları duymamış olsaydı, büyük ihtimalle arkasından ıslık da çalmış olurdu.
Onların yürümeye konuşmaya devam ettiklerini duyuyordu ve beş dakikalık neredeyse ölüm sessizliğinin ardından, genç kızın onun ortaya çıkması için istekli bir şekilde seslendiğini duydu.
“Vay be! Regan’ın bu koşullar altında ne yapacağını görmek isterdim!” dedi kendi kendine, bulunduğu yerden çıkarken gülümsüyordu.
Artık onunla el ele tutuşmaya gerek duymadan, ormandan kumsala kadar genç kızı arkasından takip ediyordu. Kız mola verdiğinde, hemen onun yanına gidip yüzüne baktı, hâlâ bütün bunların birer oyundan ibaret olduğuna dair düşüncesinin etkisi altındaydı.
“Ebe!” diye güldü Francis, onun omzuna dokunarak. “Ebe!” diye neşeyle tekrarladı.
“Sensin!”
Genç kızın parlak koyu gözlerindeki öfkesi yakıp kavuruyordu.
“Seni aptal!” diye haykırdı genç kız, onun diş fırçası gibi görünen bıyığına parmağıyla işaret ederek. “Sanki o seni gizleyebilirmiş gibi!”
“Ama Sevgili Hanımefendi…” dedi. Onunla hâlâ tanışmamış olmasından dolayı itiraz etmek için konuşmayı denedi.
Genç kızın konuşmasını kesintiye uğratan cevabı, daha önceki her şey kadar gerçek dışı ve tuhaftı. Kız o kadar hızlı hareket etmişti ki elindeki küçük gümüş tabancayı ne zaman çektiğini, ne zaman burnunun dibine kadar gelerek karnının alt tarafına doğrultmakla kalmayıp fazlasıyla sert bir şekilde bastırdığını fark edememişti.
“Sevgili Hanımefendi…” diye tekrar konuşmayı denedi.
“Ben seninle konuşmak istemiyorum!” diye bağırdı kız ona. “Hemen şimdi gemine geri dön ve burayı terk et…” Francis onun bir anda duyulamayacak biçimde fısıldamasından, son söz olarak “sonsuza kadar” dediğini tahmin edebilmişti.
Kesinlikle konuşmaya kararlı bir duruşla, karnına tutulmuş olan silahın namlusuna doğru hareket ettiğinde, bir kez daha konuşması engellendi. “Eğer bir kez daha geri gelecek olursan -Meryem Ana beni affetsin- seni vururum.”
“Sanırım gitsem daha iyi olacak.” dedi abartılı bir serinkanlılıkla. Sandala dönmek için yürümeye başladığında, hem yaşamış olduklarından hem de genç kızın önünde düşmüş olduğu saçma ve komik durumdan dolayı büyük utanç içindeydi.
Ruhunda kalan son haysiyet parçasını da korumaya çabalayarak sandala ilerlediği sırada, genç kızın onu takip ettiğini fark etmemişti. Sandalın burnunu kumdan kaldırırken hafif bir rüzgârın palmiye yapraklarını nasıl hışırdattığını duyabiliyordu. Güçlü bir esinti, kıyıya yakın konumda suyun kararmasına neden olurken uzaklarda Chiriqui Lagünü’nün manzarası berrak suyun üzerinde bir serap gibi parlamasını sağlıyordu.
Arkasından duyduğu hıçkırık sesi, Francis’in sandala binmesini engellemiş ve onu geri dönmek zorunda bırakmıştı. Tuhaf genç kadın, tabancasını taşıdığı eli yana düşmüş durumda ağlıyordu. Hemen ona doğru ilerledi, kızın koluna dokunuşu sempatik ve sorgulayıcıydı. Genç kadın onun dokunuşu karşısında titredi, ondan uzaklaştı ve gözyaşları arasında sitem dolu bir bakışla ona baktı. Pek çok ruh hâlini omuz silkerek ve durumun anlaşmazlığına teslim olmuş vaziyette yaşadığı belliydi, Francis onun hıçkırığıyla durduğunda sandala dönmek üzereydi.
“En azından sen…” diye başladı kız konuşmaya, sonra sendeledi ve yutkundu. “Bana bir veda öpücüğü verebilirsin.” Sağ elindeki tabancası bedenine göre uyumsuz bir vaziyette sallanıyordu. Francis şaşkınlık içerisinde bir an için tereddüt etti, sonra gözyaşları içinde başını omzunun üzerine düşürmüş olan kızın dudaklarına tutkulu bir öpücük vermek için onu kendine doğru çekti. Şaşkınlığına rağmen tabancanın namlusunun omuzlarının arasında, sırtına düz bir şekilde bastırılmış olduğunun farkındaydı. Kız gözyaşlarından ıslanmış yüzünü ona doğru kaldırdı ve onu tekrar tekrar öptü, Francis gizemli bir dürtüsellikle verilen bu öpücüklerin bir kızdan gelip gelmediğini merak ediyordu.
İçinden