Kepenklerini henüz kapamış olan cenaze levazımatçısı, Mr.
Bumble içeri girdiğinde kör bir kandil ışığı altında yevmiye defterine bir şeyler geçiriyordu.
“Vay!” dedi cenazeci, gözlerini defterden kaldırıp, sözünün arkasını getirmeden biraz duraklayarak. “Siz misiniz Mr. Bumble?”
“Ta kendisi!” diye cevap verdi kilise mübaşiri. “Çocuk işte, getirdim size.” Oliver eğilerek selam verdi.
“Demek çocuk bu.” dedi cenazeci; Oliver’ı dahi iyi görebilmek için kandili başının üstüne doğru tutarak.
“Mrs. Sowerberry, bir dakikacık buraya gelebilir misin sevgilim?”
Mrs. Sowerberry, dükkânın arkasındaki küçük bir odadan çıkıp kısa boylu, ufak tefek, kara kuru, suyu çekilmiş, hırçın bir kadın manzarası arz etti.
“Sevgilim…” dedi Mr. Sowerberry, hürmetkârane. “Yoksullarevinden gelecek olan çocuk işte burada.” Oliver eğilerek yeniden selam verdi.
“Aman ya Rabb’im!” dedi cenazecinin karısı. “Ne de ufak şey böyle bu!”
“Yalan değil, biraz ufakça.” dedi Mr. Bumble, sanki büyük olmaması çocuğun kabahatiymiş gibi Oliver’ın yüzüne bakarak. “Küçük olmasına küçük ama büyür Mrs. Sowerberry, büyür.”
“Büyür, büyür.” diye cevap verdi hanımefendi huysuz bir edayla. “Bizim yiyeceğimizi, içeceğimizi sömürerek büyür tabii. Yoksullarevinden çocuk almanın iktisadi tarafını anlamıyorum bir türlü; çünkü onları tutmak için değerlerinden fazla sarf etmek gerekiyor. Yine de erkekler, hep kendilerinin doğru düşündüğünü sanırlar. Haydi aşağı, küçük kemik torbası seni.” Cenazecinin karısı, bu sözlerle birlikte, Oliver’ı, bir kapı açıp, dik bir merdivenden aşağı, karanlık, ıslak, taş bir mahzene doğru itti; buraya mutfak diyorlardı ama aslında kömürlüğün giriş yeriydi; içeride, topukları aşınmış ayakkabılı, yamanacak tarafı kalmamış olan mavi yün çoraplı, pasaklı bir kız oturuyordu.
“Hey Charlotte, baksana!” dedi, Oliver’ın arkasından aşağı inen Mrs. Sowerberry. “Şu çocuğa Trip için ayrılan soğuk et parçalarından birazını veriver. Trip sabahtan beri eve uğramadı, yemese de olur, inşallah çocuk onları yemeyecek kadar müşkülpesent değildir. Ne dersin çocuk?”
Et lafı üzerine gözleri parıldayan ve yutmak için içi tir tir titreyen iştah içindeki Oliver, müşkülpesent olmadığını söyledi; bunun üzerine bir tabak dolusu yemek artığı kondu önüne.
Yediği, içtiği, yağlı özlü şeylerin, vücudunda safra hâline geldiği, kanı donmuş, kalbi taşlaşmış bir filozof, keşke orada bulunsaydı da köpeğin bile yemeye tenezzül etmediği bu yemek artıklarına Oliver Twist’in sarılışını görseydi bir. Oliver’ın, et parçalarını açlığın verdiği o büyük vahşetle parçalarken, korkunç açgözlülüğünü görseydi bir. Bunlardan daha da çok istediğim bir şey var; feylesofun bu çeşit bir yemeği aynı iştahla yediğini görmek.
“Tamam.” dedi cenazeci, Oliver akşam yemeğini bitirdiğinde. Bütün bu zaman, sessiz sessiz, dehşet içinde müstakbel iştahını düşünerek Oliver’ın yemek yiyişini seyretmişti. “Bitti mi?”
Çevresinde herhangi yiyecek bir şey olmadığı için Oliver, müspet cevap verdi bu suale.
“Şimdi benimle gel.” dedi Mrs. Sowerberry. Kör bir kandil alarak merdivenlerden yukarı tırmanmaya başladı. “Yatağın, peykenin altında. Herhâlde tabutların arasında yatmaktan tedirgin olmazsınız öyle değil mi? Olsan da başka yatacak yerim yok ya. Hadi bakalım, bütün gece burada kalacak değilim seninle.” Oliver daha fazla oyalanmadı, kös kös yeni efendisinin ardından gitti.
BÖLÜM 5
OLİVER YENİ ŞERİKLERLE TANIŞIYOR. İLK DEFA OLARAK CENAZE MERASİMİNE GİDİYOR, EFENDİSİNİN İŞİ HAKKINDA PEK LEHTE OLMAYAN BİR BİLGİ EDİNİYOR
Oliver, cenazecinin dükkânında yalnız başına kalınca kandili bir tezgâhın üstüne koyup kendinden büyük birçok kimselerin pek iyi anlayacağı dehşet ve korku içinde ürkek ürkek bakındı. Dükkânın ortasında duran siyah ayaklar üstündeki bitmemiş bir tabut, öyle meşum ve ölümü andırır görünüyordu ki, gözleri kasvetli nesne tarafına seyrettiğinde soğuk bir ürperti duydu; korkunç bir şeklin, ağır ağır içinden başını kaldıracağını ve kendini korkudan deli edeceğini bekliyordu. Duvara dayalı, sıra sıra düzgün olarak aynı biçimde kesilmiş, uzun uzun karaağaç keresteleri vardı; kör ışıkta, elleri pantolonunun cebinde, yüksek omuzlu hayaletleri andırıyorlardı. Tabut üstüne konan levhalar, tahta parçaları, parlak başlı çiviler, siyah kumaş parçaları yerde sürünüyordu; arkadaki duvarda, kocaman bir kapı önünde, nöbet bekleyen, dik yakalı, cenaze başında ağlamak için parayla tutulan, iki kişi vardı; uzakta, dört tane siyah, güçlü kuvvetli at, bir cenaze arabası çekiyordu; canlı bir resimdi. Dükkân kapalı ve sıcaktı. İçerisi tabut kokusuyla doluydu, ot yatağın tıkılmış olduğu peykenin altındaki kuytu yer, mezara benziyordu.
Sadece bu kasvetli duygular değildi Oliver’ı altüst eden. Garip bir yerde yapayalnızdı; en cesurumuzun bile böyle durumlarda nasıl bazen ürperdiğini ve kendini yapayalnız hissettiğini hepimiz biliriz. Ne sevdiği bir dostu vardı çocuğun ne de onu seven biri. Ne esef edeceği birinden ayrı düşmüştü ne de unutamayacağı bir yüz vardı kalbini burkan. Ama yine de buruktu kalbi; dar yatağına sürünerek girdiğinde yatak keşke tabut olsaydı diye düşünüyordu, başı üstünde hafif hafif dalgalanan otlar, uykusunda ninni söyleyen, eski, uzun uzun çalan çan sesi, kilise avlusunda sakin ve ebedî uykusuna yatmış olsaydı.
Oliver, sabahleyin dükkân kapısının tekmelenmesiyle uyandı. Bu tekmeler, elbisesini giyinceye kadar, öfke ve şiddetle yirmi beş kere tekrarlandı. Zinciri açarken tekme kesildi, bir ses duyuldu:
“Kapıyı açsana ulan!” diye bağırdı, kapıyı tekmeleyen bacağa ait ses.
“Şimdi açıyorum efendim.” diye cevap verdi Oliver, zinciri açıp anahtarı çevirerek.
“Yeni çocuk sensin herhâlde, öyle mi?” dedi ses anahtar deliğinden.
“Evet efendim.” diye cevap verdi Oliver.
“Kaç yaşındasın sen bakayım?” diye sordu ses.
“On efendim.” dedi Oliver.
“O hâlde girince dayak atayım sana.” dedi ses. “Görürsün sen, yoksullarevi kardeşim benim, görürsün!” Bu mültefit vaatte bulunduktan sonra, aynı ses ıslık çalmaya başladı.
Bu sözlerin manasını öyle iyi biliyordu ki Oliver, bu ameliyeye pek sık maruz kaldığından, sesin sahibi her kim olursa olsun, sözünü bütün namusuyla yerine getireceğinden zerre kadar şüphesi yoktu. Titrek ellerle sürgüyü çekip kapıyı açtı.
Bir iki saniye sokağın yukarısına doğru baktı, sonra aşağısına doğru baktı, derken yolun üstüne baktı. Anahtar deliğinden kendisine hitap eden meçhul kimsenin ısınmak için birkaç adım uzaklaşmış olacağı zehabına kapıldı; bir kilometre taşı üstüne oturmuş, elinde bir dilim tereyağı sürülmüş ekmek, iştahlı iştahlı yiyen, meccani mektep talebesi bir oğlandan başka kimse yoktu. Ekmek dilimini çakıyla ağzı büyüklüğünde lokmalara ayırıyor, büyük bir hünerle yutuyordu.
“Affedersiniz.” dedi Oliver sonunda, başka bir ziyaretçi zuhur etmediği için. “Siz miydiniz vuran?”
“Bendim tekmeleyen.” diye cevap verdi meccani mektep talebesi.
“Tabut