“Uykun var, değil mi yavrum?” dedi doktor.
“Hayır efendim.” dedi Oliver.
“Yok demek.” dedi doktor, bilgiçlik ve memnuniyet ifade eden bir bakışla. “Uykun yok demek? Canın da su istemiyor, değil mi?”
“İstiyor efendim. Çok istiyor.” diye cevap verdi Oliver.
“Ben de öyle tahmin etmiştim, Mrs. Bedwin.” dedi doktor. “Canının su istemesi pek tabii, biraz çay verebilirsiniz hanımefendi, biraz da kızarmış ekmek, üstünde yağ olmasın ama, fazla örtmeyin üstünü, ama üşümesin sakın; bu zahmetlere katlanacaksınız elbet.”
Yaşlı hanım bir reverans yaptı. Doktor serin mayinin tadına bakıp bilgiç bir tasvipten sonra, acele acele çıkıp gitti. Merdivenlerden aşağı inerken çizmeleri pek şaşaalı ve zengin gıcırtılar çıkarıyordu.
Oliver yeniden daldı; uyandığında, saat on ikiye geliyordu. Yaşlı hanım, az sonra, yumuşak bir sesle, iyi geceler diledi ve yerini yaşlı şişman bir kadına bıraktı, yanında, içinde küçük bir dua kitabı, bir de koskoca gece başlığı olan, küçük bir bohça vardı. Başlığı başına, kitabı masaya koyup Oliver’a yanı başında oturmaya geldiğini söyledikten sonra, iskemlesini ocağın yanına çekip uyuklamaya başladı; ikide bir kâh öne düşer gibi oluyor kâh inliyor kâh boğulur gibi oluyordu. Bunun neticesi, sadece burnunu sıkı sıkı kaşıyıp yeniden uykuya dalmak oluyordu.
Böylece gece yavaş yavaş ilerledi. Mum ışığının gölgesinin tavanda meydana getirdiği küçük halkaları sayarak ve duvardaki kâğıdın karışık örneğini zayıf gözleriyle izleyerek bir süre uyanık kaldı Oliver. Odanın karanlığı ve derin sessizliği pek heybetliydi; ölümün günler ve geceler boyunca odada dolaşıp durduğunu ve yine de hâlâ korkunç mevcudiyetinin dehşeti ve karanlığına boğabileceği Oliver’ın, aklına gelince başını yastıkta öte yana çevirdi, huşu içinde Allah’a dua etti.
Yavaş yavaş, yeni atlatılmış bir acının sonrası ancak vaki olan, şu derin, sakin uykuya daldı; uyanması acı olan, sakin ve sessiz istirahat… Ölüm böyle olsaydı eğer kim hayatın bütün meşakkatlerine, dağdağasına uyanırdı; şimdi için didin dur; gelecek için kaygılan; hele o geçmişin yorgun hatıraları!
Saatler geçmişti sabah olalı; Oliver gözlerini açtı; neşesi yerine gelmişti, sevinç içindeydi, hastalık krizini atlatmıştı, yeniden bu dünyanın olmuştu artık.
Üç gün sonra, arkasında bol yastık, koltukta oturabilmeye başladı, daha pek yürüyemeyecek kadar zayıf olduğundan Mrs. Bedwin kendisine ait olan küçük kapıcı odasına taşıtmıştı küçük Oliver’ı. Onu ocağın yanı başına yerleştirdikten sonra, iyi ihtiyarcık da oturdu ve Oliver’ı çok iyi gördüğüne sevindiğinden hüngür hüngür ağlamaya başladı.
“Sen bana bakma yavrum.” dedi ihtiyarcık. “İkide bir ağlarım böyle ferahlamak için. Bak geçti. Ağlamıyorum artık. Ferahladım şimdi.”
“Bana çok iyi davranıyorsunuz.” dedi Oliver.
“Sen şimdi bırak onu yavrum.” dedi ihtiyar ona. “Çorbanı düşünelim şimdi biz. Geç oldu çünkü; doktor, Mr. Brownlow’nun bu sabah gelip seni görme ihtimali olduğunu söyledi; bu yüzden iyi görünmemiz gerek, ne kadar iyi görünürsek o kadar memnun olur.” Bunu söyledikten sonra, yaşlı hanım küçük bir tencere içinde et suyu ısıtmaya başladı; Oliver, bu tencerenin tüzüğe göre dağıtıldığında asgari üç yüz elli fakir çocuğu doyurabileceğini düşünüyordu.
“Resme bakmak hoşuna gider mi yavrum?” diye sordu yaşlı hanım.
Oliver’ın koltuğun tam karşısında, duvarda asılı duran, bir portreye dikkatle baktığını görmüştü.
“Bilmem efendim.” dedi Oliver, gözlerini resimden ayırmadan. “O kadar az resim gördüm ki, ne diyeceğimi bilemiyorum. Ne güzel, tatlı bir yüzü var şu kadının!”
“Ah!” dedi yaşlı kadın. “Ressamlar bütün hanımları asıllarından güzel yaparlar, sonra sipariş alamazlar yavrum. Benzerlikleri çeken makineyi icat eden adamın pek başarılı bir iş yapmadığını bilmesi gerekti; biraz fazla namuslu oluyor.” dedi yaşlı kadın, bu ince zekâsına katıla katıla gülerek.
“Şu bir benzerlik mi efendim?” dedi Oliver.
“Evet.” dedi yaşlı kadın, et suyundan başını kaldırıp şöyle bir bakarak. “Bu bir portre.”
“Kimin efendim?” diye sordu Oliver.
“Doğrusu, bilmiyorum.” diye cevap verdi yaşlı kadın, neşeli bir tavırla.
“Ne senin ne benim bildiğimiz bir benzerlik olmasa herhâlde.”
“Öyle güzel ki.” diye cevap verdi Oliver.
“Şey, korkmadığından emin misin kuzum ondan?” diye sordu yaşlı kadın, büyük bir hayretle çocuğun resme bakışındaki dehşeti görerek.
“Yok, yok.” dedi Oliver çabucak. “Ama gözleri öyle hüzünlü bakıyor ki, sanki oturduğum yere doğru, bana doğru bakıyor. Kalbim çarpıyor baktıkça.” diye ilave etti, yavaş bir sesle. “Sanki canlıymış, benimle konuşmak istiyormuş da konuşamıyormuş gibi.”
“Allah korusun!” diye bağırdı kadın, ürkerek. “Öyle şeyler deme yavrum, hastalıktan sonra zayıf düştün. Sinirlerin zayıfladı. Koltuğunu öte tarafa çevireyim de görmeyesin onu. Hah, oldu işte!” dedi yaşlı kadın, sözlerini yerine getirerek. “Şimdi istesen de göremezsin.”
Oliver, sanki yeri değiştirilmemiş gibi, zihninin gözü içinde ayan beyan görüyordu onu; ama ihtiyarcığı telaşa düşürmek istemiyordu; böylece kadın ona bakınca gülümsedi; Mrs. Bedwin, Oliver’ın daha rahat olduğunu fark edince böyle heybetli bir yemek hazırlanışına uygun bir telaşla et suyunun içine tuz attı, kızarmış ekmek doğradı. Oliver olağanüstü bir süratle yedi bitirdi, son kaşığı da yuvarlamışken kapıya hafifçe vuruldu. “Buyurun!” dedi yaşlı kadın. Mr. Brownlow idi giren.
İhtiyar bey, bütün çevikliğiyle girmişti ama gözlüğünü alnına kaldırıp da Oliver’a iyi bakabilmek için ellerini pelerininin eteklerinin arkasına götürmüştü ki, yüzünün çizgileri acayip bir şekilde büzüldü, buruştu. Hastalık Oliver’ı pek bitkin ve hayaletimsi bir hâle getirmişti, hamisine hürmet göstermek için kalkmaya çalıştı. Ama gerisin geri düştü koltuğuna, bir şey var ki, doğrusunu söylemek gerekirse, insan sınıfından altı adet, normal büyüklükte, yaşlı beyinkini içine alabilecek gibi olan Mr. Brownlow’nun kalbi, izah etmek için kendimizde yeterince feylesofluk görmediğimiz hidrolik bir ameliyeyle, gözlerine yaş pompaladı.
“Zavallı çocuk! Zavallı çocuk!” dedi Mr. Brownlow, boğazını temizleyerek. “Sesim kısıldı bu sabah, Mrs. Bedwin. Korkarım soğuk aldım.”
“İnşallah almamışsınızdır efendim.” dedi Mrs. Bedwin. “Her şeyiniz havalandırılmıştır, efendim.”
“Bilmiyorum Bedwin, bilmiyorum.” dedi Mr. Brownlow. “Dün akşam yemeğindeki peçetem biraz yaştı galiba, neyse aldırma. Nasılsın yavrum?”
“Çok iyiyim efendim.” diye cevap verdi Oliver. “Bana gösterdiğiniz yakınlık için de çok müteşekkirim efendim.”
“İyi çocuk.” dedi Mr. Brownlow. “Bir şeyler verdin mi ona Bed-win? Abur cubur filan?”
“Demin bir kâse et suyu içti efendim.” diye cevap verdi Mrs. Bed-win. Son sözün üstünde daha bir durarak, abur cuburla et suyu arasında büyük fark olduğunu belirtmek