“Durun, durun! Alıp götürmeyin onu. Allah rızası için durun!” diye bağırdı yeni gelen, soluk soluğa.
Her ne kadar böyle bir büroya hükmeden periler, kraliçenin tebaası fakir sınıfın, hürriyeti, unvanı, karakteri ve hatta hayatları üstüne muhtasar ve keyfî kudret hükmediyorsa da ve her ne kadar bu çeşit dualar için, melekleri ağlamaktan kör edecek kadar, her gün yeter derecede acayip dolaplar dönüyorsa da günlük matbuat veya herhangi bir vasıtayla halka erişemez; böylece Mr. Fang böyle münasebetsiz bir düzensizlik içinde, bu davetsiz misafiri görünce pek kızmazlık etmedi.
“Bu ne? Bu da kim? Kovun şu adamı! Boşaltın salonu!” diye bağırdı.
“Konuşacağım!” diye bağırdı adam. “Kovamazsınız beni. Her şeyi gördüm ben. Kitapçı dükkânı benim. Yemin ettirilsin bana, şahit olarak dinlenmek istiyorum, engel olamazsınız bana Mr. Fang. Beni dinlemeye mecbursunuz. Reddetmemelisiniz beni efendim.”
Adam haklıydı, tavrı kararlıydı, mesele de örtbas edilemeyecek kadar ciddileşmeye başlamıştı.
“Yemin ettirin şu adama!” dedi homurdanarak. “Söyle bakalım söyleyeceğini?”
“Söyleyeyim.” dedi adam. “Üç oğlan çocuğu gördüm. Buradaki mevkuftan başka iki çocuk daha vardı. Şu bey kitap okumaktayken onlar yolun karşısında serseriyane dolaşıyorlardı. Soygunculuğu yapan bu değil, öteki çocuklardan biri, gözlerimle gördüm; bu çocuğun da gördüğü şeyden tamamen şaşkına döndüğünü gördüm.” Şimdi soluğu düzelmişti artık, kitapçı soygunculuğun oluş şeklini daha tutarlı bir şekilde anlatmaya başladı.
“Niye daha önce gelmedin?” dedi Fang, bir süre durduktan sonra.
“Dükkâna bakacak kimsem yoktu.” diye cevap verdi adam. “Bana yardımda bulunabilecek herkes takibe çıkmıştı. Beş dakika önceye kadar kimseyi bulamadım, buraya kadar koşa koşa geldim.”
“Davacı o sırada kitap okuyordu demek?” diye sordu Mr. Fang, bir süre daha durduktan sonra.
“Evet.” diye cevap verdi adam. “Şu anda elinde duran kitabı okuyordu.”
“Kitap şu, öyle mi?” dedi Fang. “Kitabın parasını verdi mi?”
“Hayır, vermedi.” diye cevap verdi adam gülümseyerek.
“Hay Allah! Aklımdan çıkıp gittiydi!” diye bağırdı unutkan ihtiyar bey, saf saf.
“Zavallı bir çocuğa suç isnat edecek kadar, iyi kalpli bir bey doğrusu!” dedi Fang, insanca görünmek için komik olmaya çalışarak. “Bu kitabı pek şüpheli ve gayriahlaki şartlar altında iktisap ettiğiniz anlaşılıyor beyim; malın sahibi davacı olmadığı için talihiniz varmış. Bu size bir ders olsun beyim, yoksa kanun er geç yakalar sizi. Çocuk tahliye edilsin, salonu boşaltın!”
“Hay Allah kahretsin!” diye bağırdı ihtiyar bey, şimdiye kadar tuttuğu öfkesini koyuvererek. “Hay Allah kahretsin, şimdi ben…”
“Salonu boşaltın.” dedi Hâkim Bey. “Memur beyler duydunuz mu? Salonu boşaltın!”
Buyruk yerine getirildi; öfkeli Mr. Brownlow da bir elinde kitap, ötekinde bambu bastonu, kızgın ve kudurmuş olarak dışarı çıkarıldı. Avluya vardığında öfkesi geçiverdi. Oliver’cık kaldırımın üstünde yatıyordu; gömleğinin önünü açmışlar, şakaklarını suyla ovuyorlardı; yüzü ölü gibi sapsarıydı, bütün vücudu ürperti içinde sarsılıyordu.
“Zavallıcık, zavallıcık!” dedi Mr. Brownlow, üstüne doğru eğilerek. “Araba çağırsın biri, ne olur!”
Araba bulundu, Oliver dikkatle kaldırılıp içine kondu, ihtiyar bey de binerek karşısına geçip oturdu.
“Ben de gelebilir miyim?” dedi kitapçı, arabadan içeri başını sokarak.
“Tabii beyim, tabii buyurun.” dedi Mr. Brownlow çabucak. “Unuttum sizi. Hay Allah! Şu münasebetsiz kitap hâlâ bende, atlayın. Zavallı çocuk! Kaybedecek vaktimiz yok!”
Kitapçı arabanın içine girdi, araba kalktı.
BÖLÜM 12
OLİVER ÖMRÜNDE GÖRMEDİĞİ BİR BAKIM GÖRÜYOR. KAYGISIZ İHTİYAR BEYLE ARKADAŞLARI HAKKINDA
Araba yuvarlanıp gidiyordu. Oliver, ilk olarak Düzenbaz’la Londra’ya girdiği zaman geçtiği yerlerden geçiyordu; istasyondaki Angel’a varınca başka bir yola sapıp Pentonville’e yakın, sakin, gölgeli bir caddedeki, temiz görünüşlü bir evin önünde durdu. Eve girilince hemencecik bir yatak yapılıp Mr. Brownlow’nun genç yükü dikkatle rahat bir yatağa yatırıldı; burada sınırsız bir merhametle karşılaştı. Tir tir üstüne titriyorlardı.
Fakat günlerce Oliver, yeni dostlarının iyiliklerini fark edemedi. Güneş doğdu, battı, doğdu, battı, daha nice güneşler doğup battı, çocuk, hâlâ rahatsız yatağında, ateşin kuru ve kemirici sıcaklığı içinde, büzüldükçe büzüldü. Yaşayan vücutta yavaş yavaş sürünerek ilerleyen ateşten, kurt, ceset üstünde daha iyi iş göremezdi.
Sonunda, uzun ve kâbuslu bir rüya gibi görünen şeyden, zayıf, hâlsiz, sarı benizli olarak uyandı. Başı titreyen kolunun üstünde, yataktan hafifçe kalkıp endişeyle bakındı.
“Neresi burası? Nereye getirdiler beni?” dedi Oliver. “Burada uyumamıştım ben.”
Pek zayıf ve hâlsiz olduğundan, bu sözleri kısık bir sesle söylemişti. Yatağın ayak ucundaki perde acele açıldı, anne tavırlı, tertemiz kıyafetli yaşlı bir kadın, perdeyi açarak, oturmuş el işiyle uğraşmakta olduğu koltuktan kalktı.
“Sus canım.” dedi yaşlı hanım hafifçe. “Sus ki yeniden hasta olmayasın. Pek ağır hastaydın, daha ağırı olamazdı. Az kaldı… Hadi yat yine, hadi yavrum.” Bu sözleri söyleyerek yaşlı hanım, Oliver’ın başını yavaşçacık yatağına koydu. Alnındaki saçları kaldırarak yüzüne öyle tatlı ve sevgiyle baktı ki, Oliver küçük, solup gitmiş eliyle, elinden tutup boynuna doğru çekti.
“Allah’a emanet!” dedi yaşlı kadın, gözleri yaşla dolu. “Ne kadar da kadirşinas yavrucak. Ne cici çocuk bu böyle, benim yerimde annesi olsaydı da şimdi, onu böyle yatar görseydi, kim bilir ne yapardı?”
“Belki de görüyordur şimdi.” diye fısıldadı Oliver, ellerini kavuşturarak. “Belki yanımda oturuyordur bile, bana öyle geliyor sanki.”
“Ateşten olacak yavrum.” dedi yaşlı kadın, yumuşak bir sesle.
“Öyle olacak.” dedi Oliver. “Çünkü cennet o kadar uzakta ki, oradakiler de öylesine mesut ki, işleri yok, zavallı bir çocuğun başı ucuna gelecek değiller ya; ama hasta olduğumu bilseydi acırdı bana herhâlde, orada bile olsa; çünkü ölmeden kendi de pek çekmiş; hoş benim hakkımda bir şey bilemez ya.” diye ilave etti, bir ara, sessiz durduktan sonra. “Beni görmüş olsaydı pek üzülürdü şimdi; yüzü de hep tatlı ve mesuttur düşümde gördüğümde.”
Yaşlı hanım buna cevap vermedi. İlkin gözlerini, derken yatak örtüsü üzerinde duran yüz çizgilerinin âdeta temelini teşkil eden gözlüklerini silerek, “Oliver içsin.” diye, serin bir şey getirdi; sonra da yanağını okşayarak, yatakta hareket etmeden yatmasını, yoksa hastalığının nüksedeceğini söyledi.
Böylece Oliver da hareketsiz yattı; hem her bakımdan yaşlı kadının dediklerini yerine getirmek için hem de doğrusu ya epey yormuştu