292
Nevâ-sâz: Ses veren.
293
Cezbe-fezâ: Cezbe verici.
294
Şekl-i mûhiş: Korkutan, dehşet veren şekil.
295
Refik-i ömrü: Hayat arkadaşı, kocası.
296
Âşiyan-i lâl: Sessiz yuva.
297
Seyl-i dümu': Gözyaşı seli.
298
Subh: Sabah.
299
Hürriyetin ilânını bildiren top sesleri.
300
Zade-i hûr: Huri yavrusu.
301
Seher-pâre: Seher parçası. Perran: Uçan.
302
Dûş-i nâz: Nazlı sırt. Sehâbe-i nûr: Nur bulutu.
303
Hâk-dân: Yeryüzü.
304
Dûra-dûr: Uzun uzadıya.
305
Hâle-dâr : Hâle içine alınmış.
306
Etfal: Çocuklar.
307
Mevkib-i şâdi: Sevinç alayı.
308
Ahrâr: «Hür» ün çoğulu, serbest adamlar.
309
Lücce-i etfal: Çocuk dalgası.
310
Dür-dâne-i ismet: İsmet incisi.
311
Ukde: Düğüm
312
Sıyânet-i Hak: Hakkın sıyaneti, Allah’ın koruması.
313
Necm-i sâhir: Uyumayan yıldız.
314
Beşûş: Gülümser yüzlü.
315
An-karib: Yakında.
316
Râyet-i ikbali ser-nigûn olsun: İkbal bayrağı yerlerde sürünsün.
317
Raiyyetiz : Tebaayız. Vedîa-tullah: Allah’ın emaneti.
318
Tehevvür: Son derece hiddet, deliren öfke.
319
Savaik: Saikanın çoğulu, yıldırımlar.
320
Ra'd-i kaza: Kazanın gök gürlemesi, ilâhî hikmetin gök gürültüsü gibi tahakkuk etmesi.
321
Münhani: İğri
322
Şerik-i haybet: Ziyan ortağı.
323
Girye-i hüsran: Hüsran gözyaşları.
324
Zalûm ü cehul: Fazla zalim ve fazla cahil.
325
Görür büruc-i semanın bütün sitâreleri: Gökyüzündeki burçların bütün yıldızları görür.
326
Zalâm: Karanlık.
327
Zefir-i hâr: Sıcak soluk.
328
Lihye-i beyzâ-yı târumâr: Dağılmış beyaz sakal.
329
Tûde tûde: Yığın yığın.
330
Hıyat-ı nur: Nur iplikleri.
331
Emaret: Emîrlik, Devlet Reisi Dairesi.
332
Güneşin doğuş vaktindeki farklılıklar sebebiyle dünya üzerinde ezansız zaman yoktur.
333
Yüz binlerce kalbin mestane bir vecd içinde yerden semalara yükselip Allah’ın lâmekân vahdetini ararken bir sayhanın vicdanları dehşet içinde bırakmadığı bir zaman yoktur. O sayha, «Allahu ekber» diyen lâhûtî bir sadadır ki canları sarsar ve kâinatı inletir. Çünkü Cenabı Hakkın bir gül-bankidir.
334
O lâhûtî sada coşup da yerden yükselince esrar-ı kudret, azamet ve kibriyasıyla göklerden iner. Bütün mahlûkat, Hakkı ezber olarak yâd ederken artık o nurların nurundan apaşikâr feyiz alır. Çünkü seherden ve karanlık geceden görünen, cânanın tecellisidir.
335
Seher vaktinde bütün kâinat tatlı bir uyku içinde iken bu ruhanî nağme, ufukları dalgalandırır da etrafın sâkit kalbinde hazin bir enin peyda eder. Her taraf karanlıktır, fakat o karanlık, aydınlık bir zulmettir. Çünkü gökyüzü uyanıktır… Her yıldız da Allah’ın cemaline bir penceredir.
336
Ruhu yıpratan geçinme kaydına mahkûm olan biçareler, gündüzleri bu merhametli hâtırayı duyunca, âhirette didar-ı ilâhî temaşasına nail olmuş kadar mest olur. O neşvenin verdiği bir haz ile hayat yükünü taşımaktan, yorulmak şöyle dursun, yılgınlık eseri bile göstermeden en ağır yükleri sürükler ve taşır.
337
Güneş, batıya çekilmiş, gökyüzü esmerleşmiş, ufuk gül rengine boyanmış, zaman durgunluk içinde, zemin bir iğbirara gömülmüş, dünya susmuş, can manevî bir hüzne tutulmuş, her yerde bir gariplik görünüyor, sessizlik de gittikçe artıyor. Cihan bu hâle müstağrak iken feza birdenbire ilâhî bir gülbank ile dolar, yani akşam ezanı okunur. O sevdâvî tenhalık Allah’ın tekbir ve tehliliyle dolar.
338
Vakta ki zemine gecenin istilâsı iner. O istilânın eli, dünyaya yokluk şeklinde karanlık bir gölge serer. Gözler medhûş ve müstağrak bir hâlde yere ve göğe bakarken (Allahu ekber) nidası Mevlâ canibine yükselir de o karanlık gölge altındaki hilkat sahası, Sina'daki tecelli makamına döner.
339
Yâ Rabbi; uzaklıklar, senin hâtıranla akis vermeden bir an hâli kalmıyor: Bu ne müthiş bir saltanat, fakat ne kadar rahat bir istibdattır ki, ezanlar, teşbihler ve evrad, hepsi o istibdâda birer hürmettir. Hayır… istibdat değil, sen merhametin ruhusun, bu seslerin hepsi de senden adâlet ve inayet dilemektedir. Eğer evvelce adâlet göstermeseydin feryada kabiliyeti verir miydin?
340
Tabiatın ruhu, karanlığın kalbi içinde uyuyor. Yıldızlar bile feza içinde gözünü yumup yavaş yavaş uyumak istiyor. Seher, göklerin altında henüz yüzünü açmıyor. Hayat iniltisi, gecenin yatağında dinmiş, bütün safhalar ve sahalar sükûn ve sükût ridasına bürünmüş.
341
Muhitimin sakin bir vecde dalmış olduğunu görünce ben de o hâli temaşaya dalmıştım. Bu mahmûr levha, nazarımı mest ediyorken ufukta ve uzaktan uzağa bir ses yükseldi. O anda yeryüzünün her yerine yayıldı, sır vermeyen gecenin bütün sırları arasına sokuldu. Uyuyan âlemi uyandırdı ve kararını aldı, karanlıklar içinde birçok âlem meydana çıkardı. Uzaklıklar, o sesi tekrarladılar da gecenin göğsünden uzun bir feryat duyuldu.
342
O feryat, ümmetin ahı olup yerden semaya çıktı, yine o feryat rahmet ruhu olup semadan yere indi. Heybetli minareler, deminden ve alaca karanlık içinde birer heyûlayı andırıyordu. Fakat şimdi hayalimde gece semâ'hanesinin birer nâyı olmuştu. O taş yüreklerden bu kadar müessir nağmeler çıkması hakîkaten garip idi. Biraz sonra o neylerin hepsi hemdem oldular da sükûnetin ruhunda büyük bir kıyamet koptu. Şu camit âlemde tehlil sadası coşunca minareler bana İsrafil'in sûru gibi geldi. Gecenin eli muhitime ölüm örtüsü çekmişken, karşımdaki evlerde hayat ziyaları uyandı. Sonra âlemler ve sabahın ruhu uyandı, daha sonra da yokluk uykusundan bedenler bidar oldu. Bende de karanlıkları yakan bir gece çerağı uyandı ki Allah’ın feyziyle ebede kadar kalbimi parlatacaktır. Allah’ın nuru sönmedikçe o meşale için ben zeval tasavvur edemem.
343
Eyvah! Güzel sevgilimin yurdu ıssız kalmış, h