Müştak, matmazelin israflarına dayanmaktaki ahmaklığını izahta pek ileri varmış olmaktan ve böyle kendi küçük servetiyle hiç de uygun olmayan bir yaşamaya, arkası gelmeyecek bir sefahate koyulmaktaki deliliğini tamamıyla hikâye ederek borç almaya geldiği dostunun acıması yerine, öfkesini uyandırmaktan ansızın korkarak tavrını değiştirip aklını başına toplamaya uğraşarak:
“Ben de ne söylediğimi bilmiyorum. Yok yok. Aylık masrafımın hiçbir vakit dört yüz liraya vardığı yoktur. Bazen iki yüz lirayı geçer; fakat bazı ay da yüz elliye varmaz.”
Reyhan şüpheli bakışlarla misafirini süzerek:
“Hakikaten ne söylediğini bilmiyorsun. Beş dakikada bir çehren de sözlerin de değişiyor. Benden derdini gizlemeye, hakikati örtmeye niye uğraşıyorsun? Doğru söylersen doğru düşünürüz. Sözlerinin ciddiliği ile belki sağlam bir neticeye varılabilir. Onun için metresinle yaptığın masrafları kısaca fakat toplamını doğru olarak haber ver. Sana karşı göstereceğim kardeşçe cömertlik, sözlerinin doğruluğu derecesinde büyük olacaktır.”
“Teşekkür ederim Reyhan… Lakin zihnim karışık birader… On lira apartman kirası…”
“Onu işittik…”
Gene içini çekerek: “Oda hizmetçisi, sofa hizmetçisi, sokak hizmetçisi, yamakla beraber aşçı aylıkları… Her saat matmazelin emrine hazır tutulan gayet şık kupanın aylık kirası…”
“Ne kadar tuttuğunu söylemiyorsun.”
“Rica ederim, sabret, hepsini birden söyleyeceğim. Her ay başında Beyker, Luvr, daha bilmem ne mağazalarından yağan hesap pusulaları, modistlerin gönderdikleri notlar… Odeon, Petişan tiyatrolarına, Sirk’e abone paraları…”
“Canım bunların hepsine nasıl yetişebilip de gidiyorsunuz?”
“Yetiştiğimiz yok… Parnas’ın canı istediği zaman gider, bu oyun mahallerinin bazılarında yarım yahut bir saat kadar otururuz. Çok defa canı sıkılır çıkarız. Öyle ilk perdeden gidip de sonuna kadar oturmak bizim gibi kibarlar için ayıp imiş. Bundan sonraki ufak tefek masrafları sayamayacağım. Daha neler! Neler! Pour satisfaire ses petits caprices; yani maşukamın her türlü lüzumdan hariç masraflarını ödemek, ufak tefek densizce isteklerini yerine getirmek için Bonmarşe’den, Pazar Alman’dan, birtakım antikacı dükkânlarından alınan gerçek değerlerinin belki kırk elli derece üstünde birer fiyatla alınan oyuncak nevinden lüzumsuz birtakım eşyaya verdiğimiz paraya cayır cayır yanarım. Apartmanın içi oyuncak sergisine döndü. Parnas’ın bu biblo ve antika merakından pek yangınım. Bazı akşam apartmana gittiğim zaman son derece neşe ile ellerini birbirine vurarak beni karşılar. Ana diliyle haykıra haykıra der ki: ‘Aman Muşak -adımı böyle söyler- sana bir şey söyleyeceğim, çok sevineceksin. Sokak içinde hiç umulmaz bir dükkânda mühim bir define buldum, gayet eski bir anfor… Hani sana değerli antika vazolar kataloğunda resmini göstermemiş miydim, işte onun aslını buldum. Sahibi malının kıymetinden habersiz. On yedi liraya kapattım. Ne büyük kelepir değil mi? Bu buluşumdan dolayı beni alkışlasana…’ Daha kelepiri görmeden alkışlarım; fakat on yedi liranın acısı yüreğime çöker. Ben antikadan anlamam. Fiyat maddesinde gözlerim büyür. Sevgilimde ise iş aksinedir. O fiyat işine aldırış etmez, sade malın eskisini anlar. Sonra anforu ziyarete gideriz. Bakarım ki evvelce mevcut bulunan antikalarımızın içinde bu yeniye bir yer bulabilmek için hayli güçlük çekilmiş… Şöyle bir tarafa sıkıştırılmış. O kadar sevinçle görmeye koştuğumuz bu anfor nedir bilir misiniz, âdeta iki kulplu bir çömlek. Metresim bu antikayı o kadar ucuza kapatabilmekteki başarısına şaşarken ben de o kulpları yapanın gözüne giresice çömleğin on yedi lira neresi ettiğine hayrette kalırım. Fakat ne çare mademki matmazel böyle bir kelepir elde ettiğine seviniyor, sen de beraber sevinmelisin. Hele sevinme de bak, sonra ağlaman muhakkaktır. Birkaç akşam sonra gelirim ki matmazelde bir hiddet… O antika anfor parça parça yerde yatıyor. Vazonun alınışındaki sevinmekte ne kadar acele lazımsa onu öylece yerde görünce öfkelenmekte de o derece ağır davranmalı, katiyen kızmamalı. Sevinçte de, hiddette de matmazelin havasını kollamalı. Hâl neyi gerektiriyorsa ona göre neşeli veya hüzünlü gözükmeli. Bulunup alınmasından dolayı birkaç gün önce o kadar sevinilen anforun kırılma sebebini sormamalı. Canı isterse matmazel işi size anlatır. Anlatmazsa artık bunu merak etmemeli, kırılan kırılmış deyip geçivermelidir. Anlatmaması da her hâlde hayırlıdır. Çünkü hakikati hikâye ettiği zaman tutmaya çalışacağınız öfke vücudunuzu hayli sarsar. Çok defa alacağınız cevap şu olur: ‘Ben o anforu Atina’da eskiden yapılan Panathena şenliklerinde yarışanlarda birinci gelenlere verilen Panatenaiklerden zannetmiştim, meğerse aldanmışım. Yaptığım araştırmada bu gerçek meydana çıktı. O kadar öfkelendim, o kadar öfkelendim ki işte bu sahte çömleği parça parça etmedikçe hiddetim yatışmadı.’ Bu incelemeyi on yedi lirayı vermezden evvel yapsaydı olmaz mıydı? Fakat söylenmez. ‘Kırdığına pek âlâ etmişsin.’den başka bir şey denemez.”
“Demek metresin densiz müsriflerden. Aylık masrafın birbiri üzerine kaça geliyor? Aşağı yukarı meydana doğru bir rakam koy da ona göre sana bir teklifte bulunacağım.”
Müştak, bu masrafın en ufak tafsilatını hatırlamak için zihnini yorduğunu gösterir yüz buruşturmalarla:
“Belli olmaz birader! Belli olmaz! Metresimin masraf barometresindeki ibre daima değişik noktayı gösterir. Yüz elli, iki yüz lira ile geçinirken bir de bakarsın ansızın bir seyahat arzusu gösterir. Haydi İzmit’e, Bursa’ya, dolaşırız. İşte o aydaki masraf her türlü tahminlerin üstüne çıkar. Hele birkaç anfor fazla kırıldığı zaman belim bükülür.”
“Anladım… Anladım… Parnas’ta kabahat yok. Suç hep senin…”
“Neden?”
“Öyle bir metres nasıl idare olunur, onu bilmiyorsun da işte ondan…”
“Nasıl idare olunacağını sen biliyorsan bu ehemmiyetli fenni bana öğretiver.”
“Dünyada her fennin öğrenilmesi istidada bağlıdır. Hele bu gibilerinin… Fakat şimdi bu ciheti bir tarafa bırakalım. Farz et ki matmazeli ayda yüz lira ile idare kabil olsun. Sen bu masrafa daha kaç ay dayanabilirsin?”
Bu suale karşı Müştak gözlerini kapayıp yumruklarını sıkarak:
“O noktayı eşeleme rica ederim. Bu cihet benim için karanlıktır. Belki de bir intihar çukurudur.”
Kaşlarını çatarak: “Böyle çocukça, densizce sözlerin lüzumu yok. Senden bir erkeğe, hele bir feylesofa yaraşır cevaplar isterim. Bu israflı gidişe paran daha kaç ay dayanabilir?”
Sapsarı kesilerek: “Herhâlde üç dört aydan ziyade değil… Evet, bütün servetimi son on paraya kadar harcasam nihayet dört aydan ziyade sürmez.”
“Olanca servetin sıfıra indiği, bütün aşk ümitlerinin sona erdiği gün ne yapacaksın?”
Sesi titreyerek: “İntihar edeceğim.”
“Haydi oradan zevzek.”
“Bu felaketimi haber aldığın gün ikimizden hangimizin zevzek olduğunu anlarsın.”
“Muhabbetin böyle kurtulunulamaz sanılan çukurlarına düşenler hep intihar mavalını okurlar.”
“Birader yüzüme dikkatli bak. Ben buraya ne maval okumaya geldim ne de dinlemeye.”
“Hiddetlenme. Mademki son kararın intihardır, seni kurtarmak isterim.”
“Ne ile? Nasihatle mi? O vadide çene yormaman için sana ihtarda bulunmadım mı?”
“Seni