Çobanın haykırması üzerine Dârâ müsterih olmuş ve gülerek: “Hey düşüncesiz adam, sana bir mübarek melek yardım etti. Yoksa yayı kurmuştum. Öldüğün gün idi.” demiş.
Çoban gülmüş ve şöyle cevap vermiş: “İnsan iyiliğini gördüğü insanlara, doğru yolu göstermek mecburiyetindedir. Haddim olmayarak nasihat olmak üzere söylüyorum. Bir padişahın dostunu düşmanından ayırt edememesi, o padişah için iyi bir şey değildir. Büyükler öyle yaşamalıdırlar ki her küçüğün kim olduğunu bilmelidirler. Sen beni sarayda kaç kere görmüş, atlardan, otlaklardan sormuştun. Şimdi huzurunuza muhabbet ve hürmetimi arz için geliyorum. Yine de beni düşmandan fark edemediniz. Hâlbuki ben çoban kulunuz, istenilen bir atı yüz bin atın içinden derhâl bulup çıkarırım. Demek ki çobanlığım akıl ve fikir iledir. Sen de benim gibi ol, sürünü, atını muhafaza buyur.”
Dârâ, çobandan bu nasihati dinlemiş ve onu taltif etmiş; kendi kendinden de utanmış ve bu nasihati, insan, kalbine yazmalı, demiş. Bir ülkede padişahın tedbiri çobanlardan aşağı olursa o ülkenin mahvü perişan olmasından korkulur.
Padişahlara Ahalinin Hâllerine Vâkıf Olmanın Lüzumu
Padişahım, sen adalet isteyenlerin iniltisini nasıl duyabilirsin ki, karyolanın cibinliği Zühal yıldızına bitişiktir.
Öyle uyu ki, adalet isteyen birisi kapına gelecek olursa feryadını işitebilesin. Zamanında birisi gelir de bir zalimden şikâyet ederse, bilmiş ol ki o şikâyet, senden sanadır. Çünkü onun zulmü senin zulmün demektir. Köpek, yolcunun eteğini paraladığı zaman; eteği paralayan köpek değil, belki öyle bir köpeği besleyen nadan kimsedir.
Sadi, sen söz söylemede cesursun. Kılıç elinde iken çal. Adalet iklimini aç, adalet etmeyenleri adalete çağır.
Sadi, bildiğini söyle, zira hak söz söylenmelidir. Sen ne rüşvet kabul edersin ne de dalkavuksun.
Sadi, bir kimseden bir şey çekmek fikrinde isen kitabında hikmete, hakikate yer verme; değil isen ne istersen söyle.
Hikâye
Irak’ta cebbar bir padişah, sarayının kemeri altında bir fakirin şöyle dediğini duydu: Padişahım, sen de bir kapıya ümit bağlamışsın. O hâlde kapıda bekleyenlerin muratlarını yerine getir. Gönlünün dertli olmasını istemezsen dertlilerin gönüllerini ıstıraptan kurtar. Adalet isteyen mazlumların gönüllerinin perişan olması; padişahı memleketten attırır, tahtından indirir. Sen öğleye kadar serin sarayında uyu; zavallı garip, güneşin altında, sıcakta kavrulsun. Bu olur mu? Padişahtan adalet istemeye cesaret edemeyen insanın hakkını yarın kıyamet gününde Cenabıhak alacaktır.
Eski Padişahların Ahaliye Şefkatleri
Akıl ve irfan sahibi büyüklerden biri, Ömer bin Abdülaziz’e dair bir hikâye nakletmiştir. Hikâye şudur: Ömer’in parmağında, bir yüzük taşı vardı ki cevahirciler ona kıymet takdirinde âciz kalmışlardır. O dünyayı aydınlatan yıldızı, geceleyin görsen gündüz aydınlığından yapılmış bir inci zannedersin.
Bir sene kuraklık oldu. İnsanların bedir gibi yüzleri hilale döndü. Ömer, insanlarda rahat, kuvvet kalmadığını görünce, kendisinin rahat içinde olmasını, mürüvvete münafi gördü. Evet, halkın ağzında zehir gören bir insanın boğazından nasıl tatlı su geçer?
Ömer gariplere, yetimlere acıdı. O, yüzüğü gümüş para karşılığında sattırdı; parasını fakirlere, muhtaçlara verdiler. O para onları bir hafta idare etti.
Yüzüğün satıldığını duyanlar, Ömer’e: “Böyle bir şey bir daha ele geçmez. Niçin sattırdın?” diye itirazda bulundular.
İşittim ki, Ömer ağlamış ve gözyaşları, balmumu gibi sararmış yanağından aşağı akarken şöyle demiş: “Fakrüzaruret ile bir şehrin gönlü yaralı iken, padişahın süs hevesinde olması çirkin bir şeydir. Ben taşsız bir yüzük taksam olur; fakat halkın gönlünün mağmum, mahzun olması münasip değildir.”
Erlerin, kadınların rahatını kendi rahatına tercih eden kimseye ne mutluluk ne saadet…
Vicdanlı insanlar, başkalarını kederlendirerek elde edilen zevke rağbet etmezler.
Padişah tahtında rahat uyursa fakirin rahat uyuyacağını aklım kesemez. Bilakis, padişah geceleri uyanık kalırsa, halk rahat ile, safa ile uyur.
Cenabıhakk’a hamdolsun, bu dediğim güzel âdet ahlak, Atabek Ebû Bekir Bin Sad’da mevcuttur. Pars ikliminde mehveş civanların boylarından başka, halkı derde uğratan bir fitne yoktur.
Hikâye
Dün gece bir mecliste hanendeler beş beytimi terennüm ediyorlardı. Beyitler şunlardır: Hayatımda bir dün gece rahat ettim. Çünkü ay yüzlü güzelim kucağımda idi. Onu uyku sarhoşu gördüm. Ona: “Ey yakışıklı, boyu servileri utandıran dilber, ey cihan fitnesi (ey güzelliğiyle cihanı altüst eden) dilber; nergislerini bir dakikacık olsun tatlı uykundan yıka, gül gibi gül, bülbül gibi öt, lal renkli şarabı getir.” dedim.
Ben böyle deyince, o canan, uyku mahmuru gözlerini süzerek bana baktı: “Sadi, ne söylüyorsun? Bana hem fitne diyor hem de uyuma diye tembih ediyorsun. Bilirsin ki, parlak fikirli padişahımızın zamanında artık fitneyi kimse uyanık göremez.” dedi.
Hikâye
Eski padişahların menkıbeleri arasında rivayet edilir ki: Kardeşi Sâd Zengî’nin yerine tahta geçen Tikle’nin zamanında kimse kimseden incinmemiş. Bu padişahın başka meziyeti olmayıp da yalnız bu meziyeti olsa kâfidir.
Bir gün Tikle, evliyadan bir zata şöyle demiş: Ömrüm boş yere geçti. Bu saltanat, bu taht hep geçip gider. Asıl saltanatı kazanan fakirlerdir. İstiyorum ki saltanattan vazgeçeyim. Bir tarikata intisap ile bir köşeye çekilip ibadet ile meşgul olayım. Hiç olmazsa şu kalan beş günlük ömrümü boş yere geçirmeyeyim.”
Muhatabı olan parlak fikirli zat, Tikle’den bu sözü işitince kızmış ve şöyle cevap vermiş: “Ey şah, ne diyorsun? Bu fikirden vazgeç. İbadet halka hizmetten başka bir şey değildir. İbadet tespih, seccade, hırka demek değildir. Tahtında otur, padişahlık eyle. Fakat ahlakın, tevazuun fakirler gibi olsun. Sadakatle, sevgi ile hizmet et. Şeyhler gibi atıp tutmaya, benliğe kapılma. Tarikatta kadem, yani vazifeyi ifaya hakkıyla çalışmak, ibadete hasrıvücut etmek lazımdır. Dem (lafügüzaf) lazım değildir. Çünkü fiiliyat olmazsa lafın kıymeti olmaz.”
Kalbin safasına malik büyükler, kaftanların altına böyle hırka giyerlerdi.
Hikâye
İşittim ki, Anadolu sultanı, ilim ehlinden bir iyi zatın huzurunda ağlamış; ona dert yanarak şöyle demiş: “Düşmana karşı kudretim yok. Şu kale ile şu şehirden başka elimde bir şey kalmadı. Çok çalıştım, istedim ki benden sonra oğlum da bu illere sahip olsun. Vaktiyle hükmettiğim yerlere hükmetsin. Ne çare ki soysuz düşman bende kudret bırakmadı. Kolumun kuvvetini, gücünü bitirdi. Ne tedbir yapayım ne çare bulayım? Kederden canım eriyip gidiyor.”
Âlim zat, sözleri dinledikten sonra kızmış ve bu ağlamak, lüzumsuz yere ağlamaktır, demiş. Ağlamak lazım ise senin aklına, gönül bağladığın arzuya ağlamak gerektir. Kardeş, sen kendini düşün. Ömrünün çoğu hem de en iyi kısmı geçip gitmiştir. Kalan ömrün için kalan mülkün sana elverir. Sen öldükten sonra yerine birisi gelir. Bu gelen kim olursa olsun, akıllı olsun, akılsız olsun; ne olursa olsun, kendisini kendi düşünsün.
Mademki