Kadın gülümseyerek: “Bundan sonra senin yemeğine dokunmayacağım ve her şeyi bir Brahman’a hazırlattıracağım.” demişti. Binoy evine vardığında, “Kim bilir ne kadar çok üzülmüştür.” diye düşündü.
Boş odası karanlık ve dağınıktı, her yer gelişigüzel sağa sola atılmış kitap ve kâğıt doluydu. Bir kibrit çaktı ve uşağın parmak izleriyle kirlenmiş lambayı yaktı. Yazı masasının üzerine örttüğü beyaz örtü yağ ve mürekkep lekesi içindeydi. İçeride kendini boğulur gibi hissetti. Bir hayat arkadaşının yokluğu ve sevgisizlik onu bunaltıyordu. Ülkenin kurtuluşu ve dinin korunması gibi görevler ona anlamsız ve gerçek dışı geliyordu. Güzel bir temmuz sabahı uçarak kafesine giren ve tekrar uçup giden “bilinmeyen kuş” hepsinden daha gerçek görünüyordu. Ama Binoy düşüncelerini bu “bilinmeyen kuş” üzerinde yoğunlaştırmamakta kararlıydı; kendini sakinleştirmek için Gora’nın annesinin ona yasaklanan odasını gözünün önünde canlandırmaya çalıştı.
Cilalı çimento zemin her zaman özenle temizlenirdi; yumuşak yatak, kuğu kanadına benzeyen beyaz bir yatak örtüsü ile örtülüydü; yanındaki küçük taburenin üzerinde her akşam yakılan bir lamba dururdu. Anandamoyi odasında rengârenk ipliklerle diktiği yama işi yorganın üzerine eğilmiş, bozuk Bengal şivesiyle ayaklarının dibinde oturan hizmetçisi Laçmi ile sohbet ediyor olmalıydı. Ne zaman canı bir şeye sıkılsa, her defasında o yorganı eline alırdı. Binoy, işine dalmış olan Anandamoyi’nin sakin yüzünü görür gibi oldu ve kendi kendine mırıldandı; “Bu aydınlık, sevgi dolu yüz beni yanlış bir yola sapmaktan korusun. O benim için ana vatanımın simgesi olsun ve görevimi yaparken bana güç versin.” Sonra sessizce ona, “Anne!” diye seslendi. “Hiçbir kutsal metin bana senin sunduğun yemeğin tanrıların içkisinden farksız olduğunu kanıtlayamaz.”
Odanın sessizliğinde büyük duvar saatinin tik takları duyuluyordu, Binoy orada daha fazla kalamayacağını hissetti. Bir kertenkele duvarda, lambanın ışığının altında böcek yakalıyordu. Bir süre onu izledi, sonra ayağa kalktı ve şemsiyesini alıp dışarı çıktı.
Nereye gideceğine karar veremiyordu. Aslında evden Anandamoyi’ye gitmek için çıkmıştı ama bir anda o günün pazar olduğu aklına geldi ve Brahmo Samaj’da vaaz veren Keşub Babu’yu dinlemeye karar verdi. Vaazın bitmek üzere olduğunu biliyordu ama bu onun fikrini değiştirmedi.
Oraya vardığında cemaat dağılmaya başlamıştı, elinde açık şemsiyesiyle sokağın köşesinde dururken, yüzünden iyilik akan Pareş Babu’nun dışarı çıktığını gördü. Yanında aile üyelerinden dört ya da beşi vardı ama Binoy’un gözü, yalnızca birinin, yanından geçtiği sokak lambasının ışığıyla aydınlanan genç yüzünü görüyordu. Sonra denizin karanlığındaki bir hava kabarcığı gibi yitip giden arabanın tekerleklerinin sesi duyuldu.
Düşüncelerinin içinde kaybolan Binoy, o akşam bir daha Gora’ya gitmedi ve kendi evine döndü. Ertesi gün akşamüzeri her şeye yeniden başladı ve uzun bir yürüyüşten sonra akşamın karanlık bulutları kentin üzerine çökerken, kendini Gora’nın evinde buldu.
Binoy içeri girdiğinde, Gora lambasını yakmış yazı yazıyordu. Kâğıttan başını kaldırıp sordu: “Ee, Binoy, seni buraya hangi rüzgâr attı?”
Bu soruya kulak asmayan Binoy: “Sana bir şey sormak istiyorum Gora.” dedi. “Hindistan sana gerçek görünüyor mu? Gece gündüz düşlerinde yaşattığın bir Hindistan’ın olduğunu biliyorum ve onu nasıl düşündüğünü öğrenmek istiyorum.”
Gora yazmayı bıraktı ve keskin bakışlarını Binoy’a dikti. Sonra kalemini masaya koydu ve sandalyesinin arkasına yaslanarak yanıt verdi: “Nasıl okyanusa açılan bir geminin kaptanı hem çalışırken, hem de dinlenirken sürekli varacağı limanı düşünürse, ben de Hindistan’ı öyle düşünüyorum.”
“Peki senin bu Hindistan’ın nerede?” diye sordu Binoy.
Gora elini kalbinin üzerine koyarak haykırdı: “Benim pusulamın iğnesinin gece gündüz gösterdiği yerde! Burada, Marshman’in Hindistan Tarihi’nde değil.”
“Senin pusulanın gösterdiği belli bir liman var mı?”
“Liman orada!” diye karşılık verdi Gora inançla. “Görevlerimi eksik yapabilirim, batıp boğulabilirim ama büyük kısmet limanı her zaman oradadır. O, benim zengin Hindistan’ımın, bolluk, kültür ve doğruluğun simgesi ülkemin limanıdır. Sen bu Hindistan’ın var olmadığını mı düşünüyorsun? Burada yalanla kirlenmeyen tek bir şey bile kalmamış! Senin Kalküta’n, büroları, yüksek mahkemesi, tuğla ve harçla yapılmış birkaç binasıyla bir yalan kenti!”
Bunları söyledikten sonra sustu ve düşüncelerinin içinde kaybolmuş, sessizce duran Binoy’a baktı.
Sonra sözünü sürdürdü: “Üç yüz elli milyon insanın, yalan ve günah üzerine kurulan bir ülkenin; okuduğumuz, eğitim gördüğümüz, iş aradığımız, emeğimizin karşılığını almadan sabahın onundan akşamın beşine kadar köle gibi çalıştığımız Hindistan’ın aldatıcı görünümüne kanmasına ve bunu gerçek dünya olarak kabul etmesine daha ne kadar göz yumacağız? Böyle bir yanılsamanın kurbanı olursak, insanüstü bir çaba göstersek bile kendimize nasıl bir gelecek kurabiliriz? İnsanlarımızı birer birer beslenme yetersizliğinden öldüren neden bu işte! Burada bolluk içinde yaşayan tok insanları barındıracak gerçek bir Hindistan var. Ama biz üzerimize düşeni yapmazsak, bu topraklara ne zekâmızla, ne de vatanseverliğimizle hayat verebiliriz. Onun için sana her şeyi unut diyorum, kitaplardan bilgilenmeyi, anlamsız unvanları, kölelik özentisini, hepsini unut; kendini bunların çekiciliğinden kurtar ve gemimizi limana sokalım. Bunun uğruna öleceksek ölelim. Bu bizim için o kadar önemli ki, geleceğin Hindistan’ının görünümü bir an bile gözümün önünden gitmiyor!”
“Bu yalnızca bir heyecan dalgası mı, yoksa gerçek mi?”
“Tabii ki gerçek!” diye kükredi Gora.
“Senin gibi düşünmeyenler ne olacak?” diye sordu Binoy tatlı bir sesle.
Gora yumruğunu sıkarak: “Onlara gerçeği göstereceğiz!” dedi. “Bu bizim görevimiz. Gerçeği açık bir biçimde göremeyen insanlar düş peşinde koşarlar. Onlara bölünmemiş bir Hindistan tablosu çiz, göreceksin nasıl benimseyecekler. O zaman kapı kapı dolaşıp bağış toplamana gerek kalmayacak, insanlar canlarını vermek için birbirleriyle yarışacaklar.”
“O hâlde ya bana bu düşü göster ya da beni gerçeği göremeyen insanların arasına gönder!”
“Bunu kendin görmeye çalış.” dedi Gora. “Eğer bu davaya inanırsan, bağlılığının ödülünü alırsın. Bizim ünlü vatanseverlerimiz gerçeğe inanmazlar. Bu yüzden ne kendi haklarını ne de başkalarınınkini savunabilirler. Eğer Bolluk Tanrısı onlara bir bağışta bulunursa, genel valilere verilen yaldızlı nişanlardan daha fazlasını istemeye cesaret edemezler. İnancı olmayan insanların umudu da olmaz.”
“Gora, herkes aynı değildir.” diye karşı çıktı Binoy.