Tam öğle vakti, Mayakin’in deyimiyle “Rus usulü” yemeğe oturulurdu. Çavdar galetalı ama etsiz koca bir tencere lahana çorbasıyla başlardı daima yemek. Sonra yine lahana ama küçük kuşbaşı etli lahana yerlerdi. Bunu, ya süt domuzu, kaz, dana cinsinden bir et kızartması ya da yoğurtlu bulgur haşlaması izlerdi. Daima şekerli ve tereyağlı bir şeylerle son bulurdu yemek. Sofrada, yaban mersiniyle veya ardıç üzümüyle ya da buğday taneleriyle mayalanmış kvas içilirdi hep: Antonina İvanovna, evde her çeşit kvas bulundururdu. Konuşmadan yemek yenirdi, arada bir bıkkınlıkla iç geçirmek bile başlı başına bir cüretti yemekte. İki çocuk için ayrı bir tabak hazırlanır, bütün büyükler aynı kaptan yerlerdi. Yemekten sonra iyice gevşeyen ahali derhâl yatmaya gider ve Mayakin’in evinde iki-üç saat boyunca artık horultu ve uykulu iç çekişlerden gayrı bir şey işitilmez olurdu.
Uykudan kalkar kalkmaz çaya oturulurdu yine ve şehir olaylarının yorumu başlardı: Kilise hanendelerinden, diyakoslardan, düğünlerden söz edilir; fırsat düştükçe, tanıdık tüccar dostların yakışıksız davranışları eleştirilirdi… Çay bitince Mayakin karısına döner, “Hadi bakalım anacığım” derdi, “biraz daKitab-ı Mukaddes’i ver bana…”
Çoğu zaman Job bölümünü okurdu Yakob Tarasoviç. Kalın gümüş çerçeveli gözlüklerini kocaman burnunun üzerine yerleştirir ve herkesin hazır bulunup bulunmadığını anlamak üzere, şöyle bir etrafına bakardı.
Bütün dinleyiciler, Mayakin’in kendilerini görmeye alışmış olduğu yerde oturmuş olurlardı. Ve her birinin yüzünde, Maya-kin’in gayet iyi tanıdığı o ahmakça ve korkak sofuluk ifadesi dalgalanırdı hep.
“Uts diyarında bir adam varmış…” diye başlardı ıslık çalan sesiyle.
Ve odanın köşesindeki bir divanın üzerinde Luba’nın yanına oturmuş olan Foma, vaftiz babasının burada susup eliyle dazlağını okşamaya başlayacağını adı gibi bilirdi. Uts diyarındaki adamı canlandırırdı gözünde. Uzun boylu ve çırılçıplaktı bu adam; gözleri Hazreti İsa’nınkiler gibi alabildiğine iriydi ve askerlerin ordugâhlarda çaldığı borazanlara benzerdi sesi. Dakikadan dakikaya biraz daha büyürdü adam; nihayet başı gökyüzüne değdiğinde, tozlu ellerini daldırıp bulutları aralar ve dehşet verici bir sesle bağırırdı:
“Işık niçin nasip edildi insanoğluna? O insanoğlu ki yolu Tanrı tarafından zifirî karanlıklara gömülmüş ve tıkanmış bulunmaktadır…”
Yavaş yavaş korkar ve titremeye başlardı Foma. Mahmurluk birden üstünden gider ve vaftiz babasının sesini işitirdi açık seçik biçimde:
“Ne kadar küstah olduğunu görüyorsunuz değil mi!..”
Sakalıyla oynayarak ve ince bir alayla söylerdi bunu Mayakin. Çocuk, vaftiz babasının Uts diyarındaki adamı kastettiğini bilir ve onun yüzündeki alaycı gülümseyişle güven bulurdu. Anlardı ki dehşet verici elleriyle o adam, gökyüzünü hiçbir zaman yırtıp delemeyecektir… Ve yeniden canlanırdı gözlerinde adam: Yere oturmuş olurdu bu sefer. “Bütün vücudu iğrenç böcekler, pis sinekler ve baştan başa çamurla kaplıydı; cılk yaraydı derisi. Ama ufalmış ve acınacak hâle gelmişti, kilise kapısında bir dilenciydi artık…” Ve şimdi şunları diyordu:
“İnsanoğlu nedir ki temiz olsun ve kadından doğan bir varlık nasıl adil olurmuş?”
“Tanrı’ya hitap ediyor…” diye açıklıyordu Mayakin çokbilmiş bir edayla. “‘Etten yapılmış olduğuma göre nasıl adil olabilirim?’ diyor. Tanrı’ya soruyor bunu…”
Ve zafer kazanmış kumandan bakışlarını, sorguya çekercesine, kadın dinleyicilerine çevirirdi burada. Kadınlar, içlerini çekerek cevap verirdi:
“Doğru yola dönmüş işte… Artık bağışlanmıştır…”
“Budalalar!.. Gidin çocukları yatırın hadi…” İnyat her gün gelirdi Mayakinlere. Oğluna oyuncaklar getirirdi. Çoğu zaman kucaklayıp severdi Foma’yı ama bazen de gizlemeyi beceremediği bir endişeyle, “Niye çehren solup gidiyor böyle senin?” derdi. “Niçin bu kadar az gülüyorsun?”
Ve dönüp yeğenine dert yanardı sonra:
“Oğlanın anasına benzemesinden korkuyorum, ne yalan söyleyim… Kederli kederli bakıyor hep insana.”
“Endişe duymak için vakit henüz çok erken…” diye cevap verirdi Mayakin gülümseyerek.
Vaftiz oğlunu o da gerçekten severdi; nitekim günün birinde İnyat çıkagelip de Foma’yı kendi evine alacağını bildirince, Maya-kin hakikaten üzüldü.
“ Bırak oğlanı burada işte..” dedi. “Görüyorsun ki alıştı bize, alırsan ağlayacaktır…”
“Boşuna ısrar etme hiç! Senin için doğurtmadım ben oğlanı. Sizin burada ağır, sıkıcı bir hava var. Manastır gibi mübarek. Çocuğu bozar bu hava… Sonra, ben onsuz mutlu olamıyorum. Giriyorum eve, bakıyorum, bomboş geliyor. Hiçbir şeyden zevk almaz oldum. Onun kara gözleri için gelip de sizin eve yerleşecek değilim ya. Benim ona değil, onun bana uyması lazım. Haksız mıyım? Kız kardeşim Anfisa’yı getirttim, oğlana o bakar.”
Ve çocuk, baba evine böylece döndü. İri delikli, kocaman burunlu ve dişsiz kocaman ağızlı acayip bir ihtiyar kadın karşıladı onu evde. Uzun boyluydu, kamburu çıkmıştı, gri bir elbise vardı üzerinde, ağarmış saçları siyah ipekli bir baş örtüsüyle örtülüydü; ilk bakışta ürkütmedi çocuğu, ama hoşuna da gitmedi. Fakat kendisine sevgiyle gülümseyen o güven dolu kırışmış yüzdeki siyah gözlere biraz daha dikkatli bakınca, bu ilk izleniminden eser kalmadı Foma’da başını ihtiyarın kucağına yaslayıverdi.
“Vah benim zavallı, öksüz yavrucuğum!” Titreyerek tınlayan, kadife gibi bir sesle söylemişti bunu Anfisa. Tatlı tatlı çocuğun yüzünü okşayarak devam etti:
“Nasıl da gelip insana sokuluyor ya Rabbi… Uslu güzel çocuğum benim!”
Kadının okşayışlarında özellikle tatlı, özellikle yeni bir yan vardı Foma için; merak ve umutla dolu bakıyordu ihtiyarın gözlerine. Nitekim o güne kadar hiç bilmediği, yepyeni bir dünyaya halası sayesinde girdi. Daha ilk gece, Foma’yı yatağına yatırınca, karyolanın kenarına oturmuş ve üzerine doğru eğilerek sormuştu:
“Şimdi küçücük bir masal anlatayım mı sana?” Ve o günden beridir Foma, ihtiyarın, kendisine bir peri hayatını anlatan kadife sesiyle uyumaktaydı. Halk yaratımının güzellikleriyle besleniyordu ruhu. Bitmez tükenmez hazineler gizliydi bu ihtiyar kadının belleğinde ve hayal gücünde. Kimi zaman, efsanedeki o iyi yürekli ve tatlı Baba Yaga’nın, kimi zaman da, bilgeler bilgesi Dilber Vasilisa’nın çehresine bürünüp çocuğun uykularına girer olmuştu. O zaman Foma, uyanıp gözlerini dört açar ve soluğunu tutarak, odayı dolduran gece gölgelerini sorguya çekerdi, ikonlarla süslü lambanın hafif ışığında yavaş yavaş ürperdiklerini görürdü gölgelerin… Ve masal dünyasından çekip çıkardığı erişilmez sahnelerle doldururdu odayı. Sessiz ama canlı gölgeler, duvarlar boyunca kayıp yerde kımıldamaya koyulurdu artık. Ürkerdi çocuk ama yine de bırakmazdı gölgelerin hayatını izlemeyi: Onlara şekiller, renkler icat eder ve onları, koca bir hayatın vazgeçilmez unsurları hâline getirdikten sonra da, bir göz kırpmasıyla silip yok etmeye bayılırdı. Yeni bir şey belirmişti karanlık gözlerinde; daha çocuksu, daha uçarı, daha az ciddi bir şey. Yalnızlık ve karanlık, onda bir şeylerin geleceği duygusunu uyandırırdı hep, ürker ama meraklanırdı; en karanlık köşeye gidip karanlığın örtüleri altında neyin gizlendiğini görmek isterdi.