“Sersemliği bırak Natalya, ayağını denk al!” Natalya, gözlerinin içine bakarak sordu sakin bir sesle:
“Yoksa ne olur?”
Bu sözler ve o gözü pek bakış, İnyat’ı kudurtmaya yetmişti.
“Ne!..” diye kükreyerek üzerine yürüdü karısının.
Ama Natalya, gerilemek şöyle dursun, gözünü bile kırpmadan bekleyip, “Dövmeye mi niyetlendin beni yoksa?..” dedi o çıldırtıcı sakin sesiyle.
İnsanları daima titretmeye alışık olan İnyat, bu sükûn karşısında önce afalladı, sonra da hakarete uğramış saydı kendini ve elini havalandırıp bağırdı:
“Gör de bak bakalım neye niyetlenmişim!..” Natalya en ufak bir telaşa kapılmadan, ama tam zamanında bir çekilmeyle tokadı savuşturdu, sonra elini yakalayıp itti kocasını ve sesini yükseltmeden konuştu:
“Bana bir daha el kaldır, yanıma yaklaşamazsın! Müsaade etmem buna!”
Bıçak kesilen iri mavi gözlerinde sert, amansız bir parıltı uyanmıştı. Sarhoşluktan eser kalmamıştı İnyat’ta: Natalya’nın da kendisi gibi vahşi bir hayvan olduğunu ve aklına koyduğu takdirde, ölünceye dek dayak yese de, onu yanına yaklaştırmayacağını bir bakışta anlamıştı.
“Vay kutsal rahibe vay!..” diye kükreyip çıktı odadan.
Ama bir tek kere gerilemişti önünde, ikinci bir kere gerilemek söz konusu değildi: Bir kadının, üstelik de karısının, önünde eğilmemesine katlanamazdı İnyat; kendi gözünde küçük düşerdi! Öte yandan da, karısının hiçbir alanda gerilemeyeceğini ve aralarında inatçı bir mücadelenin başlamış bulunduğunu hissediyordu. Nitekim ertesi gün endişeli bir merakla Natalya’yı gözlerken, “Çaresiz artık!..” demişti kendi kendine. “Ok yaydan çıktı, kimin kazanacağını yakında anlarız.”
Zaferi bir an önce tatmak için, hemen mücadeleye atılma arzusu kabarıyordu içinde.
Ama dört gün sonra, Natalya Fominişna kocasına gebe olduğunu bildirdi. Sevinçten ürperdi İnyat, sımsıkı sarıldı ona ve boğuk bir sesle, “Nataşa…” dedi. “Eğer bir oğlansa bu… eğer bir oğlan dünyaya getirirsen, ağırlığınca altın saçarım üzerine! Ama bu bir şey değil! İşte açıkça söylüyorum: Kulun kölen olurum senin! Kulun kölen, anladın mı! Uzanırım ayaklarının altına, istediğin kadar çiğnersin beni…”
Alçak sesle ama kelimeleri teker teker söyleyerek cevap verdi Natalya:
“Bu bize bağlı değil ki, Tanrı’ya kalmış bir iş…”
Acı bir sesle, “Evet Tanrı’ya kalmış!..” diye haykırdı İnyat ve hüzünle başını önüne eğdi.
O andan itibaren de karısına, küçük bir çocuğa bakar gibi özenle bakmaya başladı. Sertliğe bürünmüş bir şefkatle ikide bir çıkışıyordu artık:
“Niye öyle pencerenin yanına oturdun bakayım sen? Dikkat etmelisin kendine, cereyan var, yine hastalanacaksın… Dörder dörder inme merdivenleri, sarsacaksın… Öyle iki lokmayla insan doyar mı hiç, biraz daha ye, zorla ye, bir kişi değilsin sen, iki kişisin artık!”
Bir kat daha içine kapanık ve sessiz kılmıştı gebelik Natalya’yı; taşıdığı yeni hayatın nabzını dinler gibiydi. Buna karşılık dudaklarındaki gülümseyiş daha bir berraklaşmış ve bazen gözlerinde, şafağın ilk ışıkları gibi ürkek ve zayıf, yeni bir parıltı uyanır olmuştu.
Doğum anı gelip çattığında, bir sonbahar sabahının ilk saatleriydi; karısının ilk ızdırap çığlığıyla sapsarı kesildi İnyat, bir şeyler söylemek istedi Natalya’ya, ama sadece bir el işareti yapabildi ve onu kıvranır bırakıp aşağıya, annesinin sağlığında ibadet yeri olarak kullandığı küçük odaya indi. Votka getirtti kendine, masaya kurulup suratını astı ve içmeye koyuldu, ama kulağı dışarıdaydı hep. Odanın bir köşesinde, ufak bir lambanın ışığında, ikonların kayıtsız ve karanlık yüzleri seçilmekteydi. Yukarıda, tepesindeyse, sürekli bir hareket vardı; ağır bir şeyleri sürüyorlardı tabanda; kap kacak şıngırtısı geliyor, telaş içinde inip çıkanların adımlarıyla gıcırdıyordu merdiven… Her şey hızla, aceleyle yapılıyordu ama yine de geçmek bilmiyordu zaman… Boğuk sesler takılıyordu İnyat’ın kulağına:
“Bu şekilde kurtulamaz, imkânsız… Birisini kiliseye koşturalım da Çar kapılarını açsınlar…”
İnyat’ın bulunduğu odanın yanındaki odaya, ailenin gediklilerinden Vasuşka girmişti bu sırada ve çın çın öten bir mırıltıyla duaya koyulmuştu:
“Bakire Meryem Ana’mızdan doğan ve göklerden bütün iyiliğiyle aramıza inip gelen Tanrı’mız Efendi’miz. İnsan tabiatının hiçliğini en iyi bilen sensin… Bağışla hizmetkârını…”
Ve birden bütün gürültüleri bastıran, insan dışı iç paralayıcı bir çığlık kopuyor ya da evin bütün odalarını dolanarak, gölgelerin oynaştığı köşelerde sönen uzun bir inilti işitiliyordu… İkonlara hırs dolu bakışlar atıyordu İnyat, ağır ağır içini çekiyor ve düşünüyordu:
“Bunun da bir kız olması mümkün müdür acaba?”
Zaman zaman ayağa kalkıyor ve tek kelime söylemeksizin, ikonların önünde uzun uzun eğilerek istavroz çıkarıp yeniden çöküyordu masaya, votkaya dayanıyordu ama sarhoş olmuyordu bir türlü, uyukluyordu. Bütün o geceyi ve öğle vaktine kadar da ertesi günü böyle geçirdi.
Nihayet öğleye doğru ebe, merdivenleri yuvarlanırcasına inerek, sevinç taşan ince bir sesle haykırdı ona:
“Erkek, İnyat… Bir erkek evladın oldu!”
“Doğru mu gerçekten?”
“Adam insanın müjdesine böyle mi cevap verir hiç!”
Göğsünün olanca gücüyle bir iç çekip diz üstü düştü İnyat ve ellerini şiddetle göğsüne bastırıp, titreyen bir sesle kekeleyerek mırıldandı:
“Sana şükürler olsun Tanrı’m! Soyumun kuruyup gitmesine göz yummadın demek! Bütün günahlarımı bağışlattıracağım sana, nasıl bir kul olduğumu şimdi göreceksin!..”
Ve hemen doğrulup, ortalığı inleten bir sesle emirler yağdırmaya başladı:
“Hey! Aya Nikola’ya koşup rahibi çağırın hemen! İnyat Matveyiç’in acele kendisini beklediğini söyleyin! Lohusa için dualar okunsun…”
Tam bu sırada, Natalya’nın oda hizmetçisi içeri girdi ve telaşlı bir sesle, “İnyat Matveyiç!.. dedi. “Natalya Fominişna çağırıyor sizi, kendini hiç iyi hissetmiyor…”
“Nesi varmış, geçer!.. diye kükredi İnyat, gözleri sevinç kıvılcımları saçarak. “Söyle geliyorum hemen! Ve bana layık yiğit mi yiğit bir kadın olduğunu söyle ona! Bir hediye bulup geliyorum! Dur bekle! Rahibe yiyecek hazırlayın, yeğenim Mayakin’e haber gönderin…”
Zaten iri olan yapısı büsbütün irileşmişti sanki. Sevinçten sarhoş, deli gibi oradan oraya koşuyordu odada; ellerini ovuşturuyor, sonra da ikonlara sevgi dolu bakışlar atarak geniş kol hareketleriyle istavroz çıkarıyordu…
Karısını görmeye gitti nihayet. İlk gözüne çarpan şey, ebenin bir ağaç tekne içinde yıkamakta olduğu ufacık ve kıpkırmızı bir vücut oldu. Çizmelerinin ucuna basarak yükseldi İnyat; elleri arkasında, dudakları gülünç bir şekilde büzülmüş, ihtiyatla yaklaştı. Keskin çığlıklar atıyordu çocuk, çırpınıyordu