I
İnyat Gordeyev, altmış yıl kadar önce, yani Volga kıyılarında birkaç milyonluk servetin akıl almaz bir hızla kurulduğu çağlarda, zengin tüccarlardan Zayev’in şalupalarından birinde, yedek çekme takımına kumanda ederdi.
Güçlü kuvvetli, yakışıklı ve aklı kendine elverir bir adamdı İnyat Gordeyev. Hani bazı insanlar vardır, her zaman ve her yerde başarı kazanırlar; özellikle yetenekli ya da çalışkan olduklarından değil, müthiş bir enerjiyle dolup taştıklarından ve hedeflerine doğru yürürken, arzularına uygun düşmek şartıyla, her çareye iç huzuruyla başvurduklarından. Ve bunu da gayet iyi bilirler, vicdansızlıklarından enikonu acı duydukları bile olur zaman zaman; ama vicdan dediğiniz şey, sadece zayıf kişilere canavar kesilir; güçlü kişiler çabucak boyunduruk altına alır vicdanı ve amaçlarının gerçekleşmesi için seferber eder. Çektikleri tüm cereme, birkaç geceyi uykusuz geçirmekten ibaret kalır ve sonunda vicdanları tabiatlarına galebe çalarsa, sarsılırlar ama yıkılmazlar katiyen; vicdanlarının hükmü altında da, vicdansız dönemlerindeki kadar huzur içinde yaşarlar… İşte bu cins insanlardan biriydi İnyat Gordeyev.
Nitekim kırkına bastığında, üç buharlı vapur ve bir düzine kadar şalupa sahibiydi. Volga kıyıları boyunca, zenginliği gibi zekâsı da saygı uyandırıyordu. Ama yine de asıl isminden çok takma ismiyle anılıyordu: “Delifişek”… Ve delifişekti evet; çevresindeki öbür insanlarınki gibi düzgün bir şekilde akıp geçmiyordu çünkü hayatı: Sürekli bir kaynama hâlinde olduğu için, birden galeyana gelip yatağından çıkıyor, esas hedefinin para kazanmak olduğunu âdeta unutuyordu. Üç ayrı Gordeyev vardı, sanki İnyat apayrı üç ruh taşıyordu. Bunlardan biri ve en dişlisi tamahtı. Ve tamahın buyruğuna girdiği vakitler, amansız bir çalışma tutkusuna kapılmış bir adam kesilirdi İnyat. Bu tutkuyla gece gündüz yanar tutuşur, tüm varlığıyla kendini paraya adar ve düştüğü yerden avuç dolusu rubleyle kalkardı; doymak bilmezdi sanki kâğıt paraların hışırtısına, akçelerin çınlamasına. Ama nasıl çalışır çırpınırdı. Volga boyunca ırmağı defalarca iner çıkar ve her adım başına altın avlamaya yarayan bir ağ atardı. Buğday alırdı köylerden. Ribinsk’e indirir, şalupalarına yüklerdi; çalar çırpardı tabii, bazen farkına varmadan, bazen de bile bile; kazıkladığı insanlarla açıktan açığa alay etmekten geri kalmazdı katiyen ve o anlamsız para hırsı, İnyat’ta şiir mertebesine erişirdi bazen. Ama bu ruble avına bunca çaba verdiği hâlde, kelimenin dar anlamında bir tamahkâr değildi. Hatta malına karşı samimi bir kayıtsızlık bile gösterdiği olurdu.
Bir gün, Volga’yı buzların kapladığı sırada, ırmağın kıyısında durmuş ve buzların, otuz kulaçlık yeni şalupasını sarp kıyıya çarpa çarpa ezip parçalayışını seyrederken, dişleri arasından şöyle mırıldanmıştı:
“Muhakkak haklayacaksın onu belli!.. Ha gayret, vur biraz daha, biraz daha ez!.. Ha gayret aslanım, az kaldı!..”
“Hayrola İnyat?” diye sormuştu sağdıcı Mayakin. “Kesenden on bin rubleyi çekip götürüyor bu buz ve sen onu neredeyse alkışlayacaksın!”
“Yüz bin daha kazanırız, aldırma!..” demişti İnyat. “Şu Volga’nın hamaratlığını seyret hele şimdi. Şu kudrete, sıhhat fışkıran şu güzelliğe bak!Bütün yeryüzünü çökertip atabilir aslanım, benim şalopam da neymiş!.. Zavallı ‘Boyarin’ bak ne hâle geldi bir anda! Topu topu da bir tek sefer yapmıştı henüz yavrucak… Ne olmuş yani, ölecek değiliz ya! Hadi gel, cenazenin şerefine bir kadeh atalım…”
Şalopa paramparça olmuştu. İnyat’la Mayakin, rıhtımdaki meyhaneye kurulmuş; bir yandan votka içiyor, bir yandan da “Boyarin”in, buz yığınları arasında akıntıyla gittikçe sürüklenip uzaklaşan kalıntılarını seyrediyorlardı pencereden.
“İyice tasalandın gemiye İnyat!”
“Niye tasalanacakmışım? Volga değil mi bunu bana veren, geri almak hakkıdır elbet… Kolum kırılsa daha mı iyi olurdu dersin!”
“Ama ne de olsa…”
“Aması falan yok bu işin! Kendi gözlerimle gördüm olup biteni, diyecek hiçbir şeyim yok, ilerisi için ders alırız o kadar!… Ama ‘Volgar’ım yandığı vakit tasalanmıştım doğrusu, görmemiştim çünkü yanışını. Oysa öyle bir parçanın o karanlık gecede suların üzerinde alev alev tutuşması, tadına doyulmaz bir seyir olurdu, ha? Koskoca bir vapurdu ne de olsa…”
“Ona da pek yanar gibi görünmüyorsun aslında?”
“Vapura mı? Yoo, ona yazık olduğuna şüphe yok!.. Ama yanmak, acımak, tasalanmak, aslında aptallıktan başka bir şey değildir azizim. Ağla ağlayabildiğin kadar; gözyaşların mı söndürecek yani yangını! Sen burada yaş dökersin, gemiler orada yanmaya devam eder. Aslında her şey yanıp kül olsun isterse, hiçbir önemi yok. İnsanın içinde tutuşan çalışma ateşi küllenmesin yeter ki, yanılıyor muyum?”
“Katiyen!..” demişti Mayakin gülümseyerek. “Aslan gibi konuştun… Ve bu türlü konuşan bir adamın ayağından donunu al koyuver, çok geçmez yine zengin olacaktır…”
Binlerce rublenin kaybını bir feylesof rızasıyla karşılardı ama her kapiğin değerini de bilirdi İnyat. Dilencilere bile nadiren mangır kaptırır, verdiği zaman da gerçekten çalışamayacak durumda olanlara verirdi. Eli kolu azcık tutan birisi çıkıp da karşısına sadaka istemeye görsün, terslerdi hemen:
“Yaylan buradan! Gücün kuvvetin yerinde henüz, çalışabilecekken dilenmek de nesiymiş… Dur hele! Git şurada benim kapıcının gübreyi taşımasına yardım et, bir metelik vereyim sana…”
Coşkun çalışma dönemlerinde, insanlara amansızca davranırdı hep; ama kendine de acımazdı ruble avında, dinlenmek nedir bilmezdi. Ve sonra birdenbire, malının efendisi değil kölesi olduğunu hissederdi. Tüm yeryüzünün, o insanın aklını başından alan büyülü güzelliğe büründüğü ve okşayıcı bir esintinin berrak gökyüzünden bir serzeniş gibi salınıp indiği bahar çağlarında düşerdi bu hâle. Dalgınlaştıkça dalgınlaşırdı artık, kalın çatık kaşlarının altından çevresine derin derin bakar dururdu; suratsız ve kırıcı olurdu günler boyunca, yüksek sesle sorup açıklamaktan ürktüğü birtakım şeyleri sessizce kendi kendine sorarmış gibi… Ve işte o zaman, ikinci bir ruh uyanırdı içinde. Açlıktan gözü kararmış vahşi bir hayvanın sabırsız ve öfkeli ruhuydu bu… Ayrı gayrı gütmeksizin, herkese karşı küstah ve alaycı kesilir; içtikçe azar, yetinmeyip yanındakileri de azdırır; içinde bir pislik yanardağı kabarırmışçasına çılgınlaşırdı. Kendi eseri olan ve severek sırtlandığı zincirlere kudurgan bir öfkeyle saldırırdı, ama kırmaya gücü yoktu onları. Perişan, pis, sarhoşluk ve uykusuzluktan yüzü gözü şişmiş bir hâlde ve çatlak bir sesle her önüne çıkana kükreyip çatarak, şehrin bütün meyhane ve batakhanelerini bir bir tavaf eder; saymadan avuç dolusu savurur cebindeki parayı; kederli şarkılar dinleyip ağlar; sonra kalkıp dans eder, tepinir, fırlayıp vurur kırar; ama nerede ne yapsa, yatışıp huzura kavuşamazdı bir türlü.
Şehirde efsane hâline gelmişti sefahat âlemleri; herkes İnyat’ı kınar ayıplardı bu yüzden; kınamasına kınarlardı da, beraber vur patlasın çal oynasın davetini reddetmek hiç kimsenin haddine düşmemişti… Haftalar boyunca böyle yaşardı. Sonra birden, hâlâ meyhane kokusu dolu ama artık bitkin ve yatışmış, çıkagelirdi eve. Ve şimdi utanç taşan gözleri âcizane önüne eğik, karısının serzenişlerini süt dökmüş kedi gibi sessizce dinler, sonra odasına kapanırdı. Başı göğsüne düşmüş, takatsiz kolları iki yana sarkmış, omuzu çökmüş bir hâlde; dizlerinin üstünde, dua etmeye cesareti yokmuşçasına susup kalırdı saatlerce ikonların önünde. Karısı ayaklarının ucuna basarak kapıya yaklaşır ve dinlerdi. Yorgun ve hasta bir beygirinkine benzer derin iç çekişler yükselirdi içeriden.
Avuçlarını geniş göğsüne olanca gücüyle bastırarak inlerdi İnyat:
“Tanrı’m! Gören sensin, sen bağışlarsın!..” Nedamet günlerinde sadece arı su içer, çavdar ekmeği yerdi. Daha sabahtan, odasının kapısına kocaman bir sürahi suyla biraz tuz ve bir çavdar ekmeği bırakırdı karısı. İnyat kapıyı açar, tayınını sessizce alır, yeniden kapanırdı. Ev halkı böyle zamanlarda onu katiyen rahatsız etmez, hatta gözüne çarpmamak için kaçacak delik arardı… Ve birkaç gün sonra İnyat, yeniden borsada arzıendam ederdi. Şakalaşır, güler; tecrübeli bir ticaret erbabı, ağzının tadını bilen bir av köpeği gözüyle alivre buğday alırdı.
Ama