Bu adamı aç kalmış farz ediniz. Niçin aç kalsın? Sebep?.. Acaba aç kaldığı hâlde başkalarının haklarına hürmet eder de bir şey çalmazsa diğer bir hayatta vazifesini bilir bir kimseye yaraşır şekilde olan bu hareketinin, bu faziletinin mükâfatını görecek mi? Hayır. Çünkü bu adama göre ukba [ahiret] yoktur. Halik [yaratıcı] yoktur, din yoktur ki böyle bir fikre sapsın. Şu hâlde aç kalmış iken çalmaması için üç sebep düşünülebilir:
1. Kanunen cezalandırılıp tepelenmekten korktuğu için.
2. Din yolunda bulunan bir çevrenin etkilerine kapıldığından görüş olarak dinsiz iken amelî olarak, fiiliyatta yani göstermelik niyetle dindar bulunduğu için.
3. Ahmaklığı ve aptallığı en üstün derecede olduğu için.
Gerçekten vazifesini yapan dinsizlerde bu üç sebepten bazen birisi, bazen ikisi ve bazen de üçü bulunur. Bazı dinsiz bilginler görülüyor ki âleme ahlaksızlık fikirlerini yaymak gibi pek uğursuz ve çirkin bir vazife ifa etmelerine rağmen kendileri faziletli ve ahlaklı adamlardır. Bu manasız fazilet, yukarıda zikrettiğimiz sebeplerden ilk ikisine dayandığı gibi ayrıca davasını ispat etmek, üzerinde yürüdüğü fikrî yolu korumak ve temize çıkarmak gibi hususi sebepleri de kapsayıcıdır. Velhasıl dinsizlikle fazilet aslında bir arada bulunmaz, bulunduğu nadir misallerde ise istisnadan ibaret kalıyor ve bu istisna da bir fayda sağlamak niteliğinden mahrum bulunuyor. İşte hangi noktadan düşünülüp incelense görülüyor ki; din, insanlar için tabii bir gerekliliktir, doğal bir ihtiyaçtır. Kalben ve vicdanen, felsefi olarak ve tefekküren (düşünce açısından), siyaseten ve toplumsal görüşler açısından insanlar dine muhtaçtır. Bu hakikat, tarihle ve her türlü insani varoluşla sabittir. Dinsizliğin tabii çocuğu, insanlara karışmaktan hoşlanmamak, ümitsizlik, hayatı hor görme ve anarşidir! Yani dinden uzak olanlar aynı zamanda insanlardan da uzaktır, ümitsizlik içindedirler, hayatı hor görürler ve bu bir anarşidir.
Dinin lüzumunu inkâr edenler, bütün bu hakikatlerin kuvvet ve tesirini değiştirmek ve ortadan kaldırmak için birçok vesikalara başvururlar. Buna dayanarak din namına işlenen faciaları ve rezaletleri sayarlar. Despotizmin en kötü şekli olan dinî despotizmi bütün uğursuz safhalarıyla incelerler, dinin vesile ve vasıta olduğu suistimalleri detaylarıyla sayıp dökerler. İnsanlık tarihinde bir an eksik olmadığı görülen sefaletleri, cefaları, insanların acıma duygularına karşı teşhir ederek tahlil sonunda en önemli etkenlerden ve sebeplerden birinin de din olduğunu ortaya sererler.
Bunların hepsi doğru ise de dinin inkârcılarının bu doğrulardan çıkardığı sonuç yanlıştır. Bunların hepsi insan ihtiraslarının alçaklık kudretini, nefsin kötülük anlayışını ispat edebilir. Fakat ne dinin lüzumunu ve ne de yüceliğini inkâr için delil olamaz. Bir şey, bozulmuş hâliyle ve suistimaller ile ortaya çıkan etkisi ile değil, bizzat kendisinin gerçekliğiyle muhakeme edilmelidir. Dinin suistimale uğradığı pek doğrudur. Fakat bundan dinin lüzumunu inkâr etmek gibi bir sonuç çıkarmak hiç de doğru değildir. En faydalı bir şey bile suistimal neticesinde faydasız, hatta zarar verici olabilir. Fakat bu, suistimale ait kalıp o şeyin kendisine ait olamaz. İnsanlar, en yüce fikirleri bile ihtiraslarına alet etmek yolunu bulurlar. Bu şekilde suistimaller insanlığın fıtrat ve cibilliyetine veyahut da anlayış ve terbiye tarzına ait bir durumdur.
Dinin suistimalinden ortaya çıkan sonuçlar ile dinin gerekli olmadığını yahut zarar verici olduğunu iddia etmek en parlak safsatalardan sayılır. Başka bir ifadeyle dinin yanlış şekilde yorumlanışından, istismarından ortaya çıkan sonuçlara dayanarak dinin gerekli olmadığını iddia etmek, görünüşte doğru gibi değerlendirilmesine rağmen yanlış bir kıyaslama olur.
Tarihte din namına işlenmiş cinayetler çoktur. Fakat din namına icra edilen güzel işler ve faziletler de sayısızdır. Birinciler din namına yapıldığı hâlde dinin suistimali ile meydana gelmiş; çünkü dinin menettiği şeylerdir. İkinciler ise dinin emirlerine uygun hareket etme sonucu meydana gelmişlerdir. Dinin lüzumu için bundan büyük tarihî delil olamaz fikrindeyiz.
4. BÖLÜM
DİNSİZLİK VE SONUÇLARI
Ahlak Fikrinin Kaybedilmesi – Toplum ve Hürriyet Fikrinin Kaybedilmesi – Saadetin Kaybedilmesi.
Dinsizliğin belli başlı üç sonucu vardır ki her üçü de gerek tarih sayfalarında ve gerekse bugünkü Avrupa’daki düşünürlerin dehşetli nazarlarına hedef olmaktadır. Bu üç hâlin:
Birincisi: Ahlak fikrinin kaybedilmesi,
İkincisi: Toplum ve hürriyet fikrinin kaybedilmesi,
Üçüncüsü: Saadetin kaybedilmesidir.
Bu söylediklerimizi ispat etmeye mecburuz. Her ne kadar gerek tarih ve gerek medeni toplumların durumu derin bir bakışla incelense, söylediklerimizdeki hakikatler garip bir tazelik ve parlaklıkla göze çarparsa da – derin bakış, genel bir karakter olmadığından – bu meselede yeteri kadar açıklama yapmak elzemdir.
1. Ahlak Fikrinin Kaybedilmesi
Bir toplum düzeni, birtakım kanunlar ile kurulmuş bir makineye benzer. Bu kanunların sonuçlarının özü “hukuk” fikri olup bu fikrin de kaynağı “ahlak bilgisi”dir. Gerçekten aradan bu kaynak çıkarılırsa ne hukukun ve ne de kanunların manası kalır.
Her ilmin bir konusu olup ahlak ilminin konusu ise “iyi fazilet”tir. Üç dört bin senedir edinilen tecrübelere göre kutsiyet fikri esas olarak alınmadıkça bir ahlak sistemi kurulması mümkün değildir. Kutsiyet ise ancak Allah’a inanç ve muhabbetle, yani dine bağlanmakla mümkün olabilir. Bundan dolayı Cenabıhakk’ı inkâr eden bir adamın ahlaksız olması tabii ve mantıklı, olmaması ise gayritabii ve görünüşte müstesna bir hâldir. Görünüşte, dedik. Zira bugün gördüğümüz ahlaklı dinsizlerin hayat hikâyelerini tetkik etsek çocukluklarında ya dindar akraba ve eğitmenlerin veyahut dindar bir çevrenin etkileriyle ahlaktan nasiplendiklerini görürüz.
Hâlbuki dinden ve dinin mukaddes fikirlerinden tamamen mahrum olarak terbiye edilecek bir nesilde, asırlar geçmesinden sonra ne gibi hâllerin görüleceğini kesinlikle kestiremezsek de insan ruhunun hâllerinin incelenmesinden ve daha şimdiden görülen alametlerden bizim ahlak dediğimiz manevi sistemden eser kalmayacağına, her türlü yüce duygulardan mahrum ve sırf hayvani hesaplarla yiyip içerek geçinen bir toplum biçimi meydana geleceğine hükmedebiliriz.
“İyilik” fikrine olan eğilim, fazileti menfaate tercih, mutlaka Allah’a inanıp sevmeye muhtaçtır. Hatıra gelebilir ki “iyilik ve fazilet, menfaatin takdiri suretiyle” de yapılabilir. Gerçekten birçok mütefekkir, menfaat ve bencillik fikirleri üzerine birer “ahlak ilmi” kurmaya çalışmıştır. Fakat bunların ulaştığı sonucun en çirkin bir “ahlaksızlık” olduğunu söylersek, ahlakın iyilik fikri, vazife ve fazilet esaslarından başka bir esas üzerine bina edilemeyeceğini söylemiş oluruz.
Menfaat ve bencillik fikirleri üzerine kurulan ve isimlerine pek haksız olarak “ahlak” adı verilen kurallar sistemi göz önüne alınırsa hiçbir vicdan sahibi insan tasavvur edilmez ki gönlünün içinde bu çirkin kurallara karşı bir tiksinme hissetmesin. Biraz daha izah edelim:
“Bir anne, yavrusunu niçin sever? Bir baba, oğlunun saadeti için niye çabalar durur?”
Dinlerdeki