“Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir mahzur yoksa öğrenebilir miyim?”
“Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim: Korfu Valisi Sinyor Leonar dö Bafa, Osmanlı İmparatorluğu mukadderatında Portekizli bir Yahudi’nin müessir olduğunu duymuş, balyoslukta o Yahuda ile temas etmek zorunda kalırsa müteessir olacağını hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir şark seyahati yapmak fırsatını kaçırtan sebep!”
Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının delaletiyle ilerledi, Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulundukları köşedeki hususi mevkiye kadar geldi. Denizci Türkler, ayağa kalkmışlar ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi -güler yüzle- karşılamışlardı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutlu!” diye sevincini açığa vurdu ve onları resmî surette duçeye, duçeyi de onlara tanıttıktan sonra Bafa’ya yaklaştı:
“Dikenle…” dedi. “Gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu hâlden cüret alarak size sokuluyorum: Sizi çok nefis bulduğumu söylemekliğime müsaade eder misiniz?”
Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı:
“Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşi olmayan bir güzel idüğine şehadet ederiz.”
Bafa, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı:
“Cariyenizim…” dedi. “İltifatınızdan iftihar duyuyorum!”
Şimdiki kurtlar üçleşmiş ve duçeye bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdikleri derin sevgiyi muvazeneli tutmak vazifesi düşmüştü. O, kendine pek çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım.” dediğinden tanıma ve tanıtma merasimi başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer alakadar istifade ederek çift bir durum alıyorlar ve o hâlde Kubat Çavuş’un önünden geçiyorlardı. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve bu tanımadan, tanınanların göz bebeklerinde kalan yadigâr, Kubat Çavuş’un küçük bir tebessümü oluyordu. Bununla beraber o, Venedik asilzadelerinden bir kısmının isimlerine aşina çıkmaktan geri kalmıyordu. Mesela Antuvan Grimani, Mark Antuvan, Jerom Pesaro gibi isimlerle kendine takdim olunan kimselerin vaktiyle yapılmış harplerde, Türklere karşı silah kullanan kumandanlara mensup olduklarını hatırlıyor ve o gibilerle bir iki kelime konuşmak tenezzülünde bulunuyordu.
Bu merasim bittikten ve biraz daha konuşulduktan sonra, yemek odasına gidildi. Şeref mevkisi, duçe tarafından elçiye bırakılmıştı. Elçi de bu mevkiyi Kara Kadı’ya terk ettiğinden bütün program altüst oldu. Lakin küçük Bafa, uzun bir lahza süren hercümerce rağmen iki denizcinin arasından çıkmadı. Onun sağında Kara Kadı, solunda Deli Cafer, karşısında da Kubat Çavuş oturuyordu.
Sofralar bir değil, birkaç taneydi. Fakat -Şark usulüne göre- baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu suretle midelerden ziyade gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok daha fazla ruhlar doyurulmuş oluyordu. Muhtelif tipte ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen rengü nur gerçekten sarhoşlatıcı bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin tesirini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirmekte istical gösterdiğinden sofradaki yüksek vakar, yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.
Şimdi her kadın, muaşeret kaidelerini ve cinsî gurur icaplarını ayak altına alarak, elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunmak kaygısına düşmüştü. Bu tehalükten çok kıvrak bir kargaşalık, boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden doğma yumuşak ve muattar bir anarşi vücuda geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran tebessüm ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.
İşte bu neşeli haylar, huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.
“Hanımlar…” dedi. “Boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük salahiyet sahibi olursa olsun, nihayet bir emir kuludur. Ben de şevketlu efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim kudretlu, azametlu padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi has hazinelerinden verilen altın tası kullanmaklığımı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe Hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmişlerdir. Aynı şeyi yapmaklığım ferman buyurulduğundan güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. Müsaade ederseniz o ziyanları telafi edeyim.”
Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı, Bafa’ya uzattı.
“Lütfen doldurunuz!”
Altın kitaba Bafa adının yazılması ihtimalini düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyorlardı. Bir kısmını içmiş oldukları kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyorlardı. Her sunulan kadehi tek cür’a7 bırakmadan içiyorlardı. Fakat sofra halkı -Kubat Çavuş’la duçe müstesna- çakırkeyif kesildikleri hâlde bu çok yaşamış genç Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.
Fakat neşeliydiler, boyuna Bafa’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar:
“Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”
Fakat elçi, bu latifeye cevap vermedi, Bafa’nın doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra, başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu boşaltır boşaltmaz üçüncü bir madamın sakiliğine çanak tuttu. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavus kuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, duçenin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle bekledikleri bu netice belirmedi. Kubat Çavuş vakarından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.
“Biz Türkler…” dedi. “Bir çanak ayranın hakkını kırk yıl tanırız. Şu hâlde benim duçe hazretlerinden, senatörlerden, müşavirlerden ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmaklığıma imkân yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükûmetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz de. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için -yine başta duçe hazretleri olmak üzere has müşavirlere, senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara- küçük bir öğüt vermek isterim.”
Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka çevirmişlerdi. Kubat Çavuş, kısa bir lahza düşündükten sonra sözüne devam etti:
“Şevketlu efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi, çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları vardır. O atların, o itlerin