Bafa, belli belirsiz içini çekti.
“Beni…” dedi. “Duçe hazretleriyle senatörler buraya gönderdiler, her ikinizin yarın akşam büyük sarayda verilecek ziyafette hazır bulunmanızı rica ediyorlar. Bu ziyafet, bir haftadan beri Venedik’te bulunan Türk elçisi Ekselans Kubat Çavuş’un şerefine veriliyor. Kendisi sofrada iki hemşehrisini görürse elbet memnun olacaktır.”
Deli Cafer, Kara Kadı’nın yüzüne baktı ve onun gözle verdiği işaret üzerine şu cevabı verdi:
“Çavuş Kubat’ı tanırız, yabancımız değildir. Sizin gibi mayası gülden alınmış, kanına amberler, miskler karıştırılmış bir güzelin yaptığı daveti kıramayız. Duçenize hem teşekkürlerimizi hem ziyafette hazır bulunacağımızı söyleyebilirsiniz!”
Bafa, yetmiş yaşını aşmış olduklarını söylemelerine ve yataklı kır bıyıklarına rağmen henüz otuz yaşında imişler gibi çevik ve kıvrak görünen Türklerin ellerini sıkarken gözlerini onların gözleri içinde uzun uzun dolaştırmaktan ve çelik muhafaza içine konmuş zambağı andıran bu sağlam yapılı, bükülmez bilekli, yılmaz yürekli fakat ince ruhlu adamların özlerine yükselmeye çalışmaktan kendini alamadı. Fakat onun bakışları her iki Türk’ün gözleri içinde, engin göklerde avareleşmiş bir çift güvercine benziyordu ve o enginliğin azameti arasında sersemleşiveriyordu.
Duçeler sarayında verilen ziyafet gerçekten mükemmeldi. Venedik’in malik olduğu canlı ve cansız bütün elmaslar, inciler, yakutlar oradaydı. Yeşil gözler, iri iri zümrütlerle, kızıl dudaklar en zarif yakutlarla o ziyafet gecesi yarışa çıkmış gibiydi. Öyle boyunlar vardı ki takındıkları inci gerdanlıkları birer dizi ter tanesi zannettirmekteydi ve görenlere o tane tane terleri bayıla bayıla içmek için yanık bir iştiha getirmekteydi. Öyle alınlar vardı ki taşıdıkları ter katreleri uzaktan eşsiz birer inci gibi görülmekteydi.
Senatörler başta olmak üzere bütün siyasi şahsiyetler helecan ve bütün kadınlar heyecan içindeydi. Çünkü Türk elçisinin bu ziyafetten hoşnut veya nahoşnut çıkması Venedik’in mukadderatı üzerinde pek büyük tesirler yapabilirdi. Osmanlı tahtında vukuya gelen değişikliği haber vermek için Venedik’e gelmiş görünen bu elçi, birçok da ihtarlar getirmişti. Hükûmet, elinden geldiği kadar küçülerek, mümkün olduğu derecede dalkavukluk ederek o ihtarları geçiştirmek istiyordu, Venedik güzellerini de bu maksatla seferber etmiş bulunuyordu. Her devlet adamı, Türk elçisinin arzusuna göre oturup kalkmakla, düşünüp konuşmakla mükellef olduğu gibi, saraya getirilmiş bulunan seçme güzeller de iradelerini elçinin iradesine ram etmek emrini almışlardı.
Kadınlar için böyle bir emre lüzum da yoktu. Çünkü on beş yaşına henüz girenlerden kırkını çoktan dolduranlara kadar her Venedikli dişi, Türk elçisinden bir göz busesi, bir dil çimdiği koparabilmek şerefi uğrunda bir hayli şey feda etmeye razıydı. Bu iştiyak, onlarda irsî gibi bir şeydi, Fatih Sultan Mehmet devrinde Venedik’e gelen bir elçi, bütün kadın gönüllerinde sönmez yangınlar yaratmış ve bu yangınlar nesilden nesile geçerek Venedik kadınları için müşterek bir humma hâlini almıştı. Her yeni elçi bu gönül ateşlerini üç beş gün yelpazelediği cihetle humma dediğimiz yangın sık sık tazeleniyordu.
Bununla beraber şu ziyafet gecesinde bir başkalık ve o müşterek hummada da taptaze bir feveran vardı. Çünkü duçe namına hareket eden memurlar her kadının kulağına -perde diplerinde, kapı aralarında ve koridorlarda- bir vazife fısıldamışlar ve bu vazifeyi başaran kadın isminin altın kitaba -müstesna olarak- geçirileceğini anlatmışlardı. Venedik cumhurreisiyle has müşavirlerinin vatandaş kadınlardan istedikleri şey, Don Mikez adlı Yahudi’nin, Osmanlı tahtına henüz çıkmış olan İkinci Sultan Selim nezdindeki hakiki mevkisini elçi Kubat Çavuş’a söyletmekten ibaretti. Don Mikez’in Venedik aleyhine entrikalar çevirdiği İstanbul balyosu4 tarafından hemen her gün duçeye bildiriliyordu. Fakat bu Musevi siyaset dalaverecisinin mesela bir suikasta uğratılması hâlinde padişahın müteessir olup olmayacağı, maktul Yahudi’nin öcünü almak kaygısına kapılıp kapılmayacağı malum değildi. Venedik güzelleri işte bu meçhulü elçinin ağzında malum yapmak vazifesiyle mükellef tutulmuşlardı.
Elçiden güzel bir buse, hafif bir el okşaması, hülyalı bir temas çalmak isteyen kadıncıklara böyle bir iş yüklemek reva değildi. Lakin vadolunan mükâfat her muhteris yüreği hoplatacak kadar mühim olduğundan kadınların hepsi Türk elçisini kafese koymak ve Don Mikez hakkındaki bilgilerini söyletmek için zekâlarını seferber etmekte tereddüt etmemişlerdi. İşaret ettiğimiz veçhile bu işte muvaffak olan kadının adı altın kitaba yazılacaktı. Bu kitap, vatanperverlikte en yüksek dereceyi kazananların isimlerini ihtiva etmekte olup belki yüz yılda tek bir Venedikli adının oraya geçtiği görülebiliyordu.5
Bununla beraber kadınları iliklerine kadar heyecan içinde tutan yalnız bu mesele değildi. Ziyafette elçiden başka iki Türk’ün daha bulunacağı kulaktan kulağa yayıldığından bu aristokrat Havva yavruları ayakta rüya görmeye başlamışlardı, annelerini ve büyükannelerini yıllarca kıvrandıran Türk kokusu hasretinden o gece biraz sıyrılabileceklerini umar olmuşlardı. Çünkü her güzel Venedikli, gece yarılarına, belki de sabaha kadar sürecek kabul resmi, dans ve eğlence arasında üç Türk’ten birini ağa düşüreceğini zannetmekte, bu zehap ile de sarhoşlatıcı bir hülya içinde uçup gitmekteydi.
Küçük Bafa da bu zümredendi. Büyük meydanda ulu orta sergi açıp alışverişe girişen iki Türk’ü ziyafete gelmek için kandırabilmiş olmak, bu güzeller güzeli mahlukun kıymetini, itibarını çoğalttığından duçeyle has müşavirler ve senatörlerin ileri gelenleri Elçi Kubat Çavuş’a da bilhassa onu musallat etmek istiyordu. Kız da sertlikle yumuşaklığı, ateş kudretiyle pamuk zaafını inanılmaz bir uygunlukla nefislerinde birleştirmiş olan Türklere karşı garip ve tahlili güç bir ilgi beslemeye başladığından hükûmetin tekliflerini münakaşasız kabul etmiş bulunuyordu.
İşte bu hissî ve -tabir caiz ise- fikrî dekor içinde herkes Türklerin gelmesini bekliyordu. Erkeklerin meraktan, kadınların heyecandan hafakanlar geçirmeye başladıkları bir sırada uşaklar -aralarındaki nizamı da unutarak ve birbirlerini çiğneyerek- büyük salona üşüşmüşler, iki Türk’ün gelmekte olduklarını haber vermişlerdi. Belki bin, belki bin beş yüz göz, bu haber üzerine tek bakış hâlinde salon eşiğine dikildi, misafir Türkleri kucaklamaya hazırlandı.
Onlar, kendi yurtlarında, ayrı ayrı birer kıymet teşkil etmekte olan bu küme küme kadınların, bu yığın yığın erkeklerin nasıl bir heyecan içinde bulunduklarını sezmiş görünmeyerek ağır ağır yürüyorlar, önlerinde eğilenleri belli belirsiz bir tebessümle selamlayarak salonun boş iskemleler sıralanmış köşesine doğru gidiyorlardı.
Dikkat uyandıracak hatta yabancı gözleri kamaştıracak kadar renkli giyinmişlerdi. Başlarında külah üstüne geçirilmiş -makdem denilen- birer fes ve feslerin üstünde saçaklı birer puşu vardı. Bir çeşit sarık demek olan puşular Hint’in en nefis ve en kıymetli kumaşlarından seçilmişti. Arkalarında