“Eğer ki bu kadın, kadınların en güzide çiçeği, dünya üzerinde bir yerde yaşıyorsa o yer muhakkak burasıdır!” dedim kendi kendime.
Bu düşüncemle birlikte bir ceviz ağacına yaslanırken buldum kendimi, o günden beri ne zaman sevgili vadime gitsem bu ceviz ağacının altında durur dinlenirim. Sırdaşım olan ceviz ağacının altında, buradan gittiğim son günden itibaren akıp giden zaman boyunca hayatımda nelerin değiştiğini değerlendiririm. O, burada yaşıyordu, yüreğim beni yanıltmamıştı. Çorak bir arazinin yamacında gördüğüm ilk şatoda oturuyordu. Ceviz ağacımın altında otururken öğlen güneşiyle parlayan evinin çatısının tuğlalarını ve pencerelerinin camlarını görüyordum, gördüğüm o beyaz nokta da pamuktan yapılmış ince elbisesinden başka bir şey değildi. Henüz hiçbir şey bilmediğiniz hâlde anlamışsınızdır, gökyüzüne doğru serpilerek erdemlerin kokusuyla donatan bu vadinin zambağı oydu. Ruhumu dolduran bir nesneden başka kaynağı olmayan bu sonsuz aşkı, güneşin aydınlattığı iki yeşil kıyı arasında akan uzun su şeridinde, hareketli kıvrımlarıyla bu aşk vadisini süsleyen kavak ağaçlarında, nehrin daima farklı şekillere büründüğü tepelerin üstünde, bağların arasında uzanıp giden meşe korularında, tezatlık içinde birbirlerinden kaçışan ve hafifçe gölgelenen ufuklarda hissediyordum. Büyülü ve bakir doğayı bir nişanlı gibi görmek isterseniz ilkbahar günü oraya gidin, yüreğinizi burkan yaraların acısını dindirmek isterseniz güzün son günleri gidin. İlkbaharda, gökyüzüne doğru kanatlarını çırpar aşk orada, güz günlerinde ise artık bu dünyada olmayanları düşünüp kederlenir. Hasta akciğer, şifalı ve temiz havayla dolar, bakışlar yumuşaklıklarını ruha işleyen altın rengi ot yumaklarında dinlenir. O sırada, Indre Irmağı’ndaki çağlayanların üzerindeki değirmenler, vadi üzerinde yankılanan bir ses oluştururdu, kavaklar gülümseyerek sallanır, gökyüzünde tek bir bulut bile olmazdı, kuşlar ötüşür, ağustos böcekleri şarkılarını söyler, her şey bir ezgiye dönüşürdü burada. Lütfen daha fazla neden Touraine’i seviyorsun diye sormayın bana. Orayı, insanın kendi beşiğini ya da çölde karşılaştığı bir vahayı sevmesi gibi değil, sanatçının sanatına beslediği sevgi gibi seviyorum; sizi her ne kadar daha çok seviyor olsam da unutmayınız ki Touraine olmasaydı belki şu an hayatta bile olamayacaktım. Bakışlarım, nedendir bilinmez, o geniş bahçenin ortasındaki yeşil çalılıkların ortasında açan, dokunulduğu gibi solacak bir gündüzsefası gibi parlayan o beyaz noktaya, o kadına takılıyordu. İçimden taşan ruhumla çiçeklerle bezeli bahçeden aşağı indim ve kısa süre sonra kendiliğinden dile gelen şiir dizelerinin etkisiyle eşi benzeri yokmuş gibi görünen bir köy gördüm. Gözünüzün önüne incelikle birbirinden ayrılmış, tepeleri ağaçlarla taçlandırılmış ve üç tepenin arasına konuşlandırılmış üç değirmen getirin, ırmağın üstünü halı gibi kaplayarak onunla birlikte dalgalanan, isteklerine boyun eğen ve değirmen çarklarının kamçıladığı ırmağın o canlı, rengârenk su bitkileri daha başka nasıl anlatılabilir ki? Orada burada, güneşin aydınlattığı, saçaklar yaratıp dağıldığı çakıllı kum yığınları yükseliyordu suyun yüzeyinde. En güzel nergisler, nilüferler, su zambakları ve sazlar kıyı şeridini güzellikleriyle süslüyordu. Çiçeklerle bezeli ayakları, gür otlarla ya da kadifemsi yosunlarla kaplanmış, ırmağa doğru sarksa da düşmemekte inat eden korkuluklarıyla, çürük kirişler üzerinde sallanan bir köprü, çok eski kayıklar, balıkçı ağları, çobanın bilindik türküsü, adalar arasında süzülen ya da Loire’ın getirdiği çakıllı kumlar üstündeki ördekler, kafalarındaki bereleriyle katırlarını yüklemekle meşgul değirmenci çıraklar; bütün bu ayrıntılar, manzaraya şaşırtıcı bir nahiflik katıyordu. Köprünün diğer yanında iki ya da üç çiftliği, bir güvercinliği, kumruları, bahçeleri, hanımeli, yasemin, filbahri çitleriyle birbirinden ayrılmış otuza yakın eski kulübeyi, ardından her kapı önündeki üstünde taze çiçek bitmiş gübre yığınları, yollarda dolaşan tavukları, horozları hayal edin. Haçlı Seferleri zamanından kalma ve pek çok özelliği nedeniyle ressamların tuvallerinde hayat vermek için can attıkları, tepeden kendisine bakanları selamlayan kilisesiyle, işte Pont-de-Ruan köyü! Hayalinizde tüm bu anlattıklarımı, yaşlı ceviz ağaçları, soluk sarı yapraklı genç kavaklarla süsleyin, sıcak ve nemli bir göğün altında alabildiğine uzanan çayırların orta yerinde zarif evler yerleştirin, işte şimdi bu güzelim yerin binlerce manzarası hakkında bir fikir edinmiş olacaksınız. Karşı kıyıyı süsleyen tepeleri incelerken nehrin solundan Saché yolunu yürüdüm ve nihayet bana asırlık ağaçlarla dolu Frapesle Şatosu’nun yolunu gösteren bir parka geldim. Tam da o sırada öğle yemeği vaktinin geldiğini gösteren çan sesleri duyuldu. Yemekten sonra, ev sahibim Tours’dan onca yolu yürüyerek gelebilecek olduğumu aklına bile getirmeden vadiyi her yanından ve her şekliyle görebileceğim bir gezintiye çıkardı beni. Oradan yeri geliyor, vadinin bir bölümünü; yeri geliyor, tamamını izleme fırsatı buluyordum. Ufka dalan gözlerim sık sık Loire’ın balıkçı ağlarıyla şekil değiştiren altın renkli zarif dalgalarına yöneliyordu; bir yamacı tırmanırken çiçeklerle örtülü kazık temelleri üstünde yükselen, Indre’in dört yanı da yontulmuş bir elması muhafaza ediyormuş gibi duran Azay Şatosu’nu ilk kez görmenin hayranlığı karşısında nutkum tutuldu. Daha sonra bir köşede, Saché Şatosu’nun romantik yapısını gördüm. Burası, ruhları kederli şairler için çok hoş bir görüntü sunan ahenkli hatlarıyla melankoli yaratmasının yanında, beğenilerini yüzeysel tutan insanlar için ise fazla kasvetli olma özelliği taşıyordu. Daha sonraları sırf bu yüzden bu şatonun sessizliğini, etrafını saran yaşlı ağaçların çıplak dallarını, ıssız vadisine yayılmış o esrarını sevdim! Ama vadinin yanındaki tepe yamacını her gördüğümde, bakışlarım orada duran sevimli şatoya kilitleniyordu.
“Hey!” dedi, benim yaşımdaki