Bu kargaşa içinde saman çöpü misali sürüklenirken çocuksu bir istekle Angoulême Dükü olmak istediğimi fark ettim, hayran kitlesi önünde caka satan prenslerin arasına karışmak istiyordum. Tourslu olduğum için son derece ahmakça kaçan bu arzu, daha sonraları kişiliğimin ve başıma gelen olayların soylu bir niteliğe bürünmesine olanak tanıyacak bir hırsı doğurdu içimde. Birkaç ay sonra Elbe Adası’ndan dönen imparatora doğru koşan kitlenin bir benzerini gördüğüm böylesi bir sevgiyi kim kıskanmazdı? Duygularını ve yaşamlarını tek bir kişinin üzerinde yoğunlaştıran bu kitlelerin üzerine kurulan hâkimiyet, bugün Fransızları, eskidense Galyalıları boğazlayan o cellat rahibeye, şan ve şöhret düşkünlüğüne itti. Sonra ansızın, tutkulu arzularımı körükleyecek ve krallığın kalbine giden yolu açarak bu arzularımı iyice tatmin edecek kadına rastladım. Birini dansa kaldıramayacak kadar utangaçtım, dahası dans ederken elim ayağım birbirine karışacak diye de ödüm kopuyordu. Hâl böyle olunca tüm neşemi kaybedip ne yapacağımı bilemedim. Hoyrat kargaşanın yarattığı rahatsızlıktan muzdarip bir şekilde orada duruyorken, bir subay, ayakkabı derisinin yarattığı baskıdan olduğu kadar sıcaktan da şişmiş olan ayaklarıma bastı. Yaşadığım bu son aksilik şölenden tiksindirdi beni. Lakin dışarı çıkmak imkânsızdı, kimsenin oturmadığı bir bankın en ucuna ilişip dalgın, kımıldamadan ve keyifsiz bir hâlde bekledim. Zayıf görünümüme aldanıp beni, uyumak için annesinin keyfini beklerken sabırsızlanan bir çocukmuşum sanıp yuvasına inen bir kuş misali yanıma konuverdi. Doğu şiirinin ruhumu ateşe vermesi gibi her yerimi saran bir kadın kokusuyla sarsıldı tüm benliğim. Yanımda oturan bu kadına baktığımda bu ana dek şenliğin üstümde yaratamadığı o hayranlıkla kendimden geçiverdim. Önceden yaşadıklarımı iyi anladıysanız o an yüreğime tesir eden duygu selini tahmin edersiniz. Ansızın gözlerim, üzerlerinde gezinmeyi istediğim, sanki ilk kez çıplak kalmış da hafif kızarmış gibi görünen, ışıkta ipek misali parlayan teninde bir ruh saklayan mütevazı, dolgun beyaz omuzların karşısında büyülendi. Ellerimden daha cüretkâr olan bakışlarım, omuzlarını ayıran çizgi boyunca aktı sanki. Yüreğim ağzımda, korsajını görmek için hafifçe doğruldum; bir tülle iffetlice örtülmüşse de gök mavi yuvarları dantel kıvrımları arasında usulca kendini bırakmış gerdan karşısında tamamen aklımı kaybettim. Bu kadının en ufak ayrıntıları bile bende sonsuz bir haz uyandırıyordu; küçük bir kızınki gibi kadifemsi bir boynu okşayan saçların parlaklığı, tarağın saçlarında bıraktığı ve hayal gücümün serin patikalarda dörtnala koştuğu o beyaz çizgiler beni tamamıyla büyülemişti. Etrafımda kimsenin beni görmeyeceğinden emin olduktan sonra, tıpkı annesinin kucağına atılan bir çocuk gibi başımı döndüren bu omuzları defalarca öptüm. Her ne kadar müziğin sesini bastıramasa da bir çığlık kopardı kadın, arkasını döndü, bana bakarak: “Mösyö!” dedi. Ah! “Ne yaptığınızı sanıyorsunuz yavrucuğum?” deseydi belki de onu oracıkta öldürebilirdim ama o “Mösyö” hitabı karşısında gözlerimden yaşlar boşanmaya başladı. Azizelerinkine benzer bir öfkeyle alev gibi parlayan bakışın, kül rengi saçların asil bir taç gibi üstünde toplandığı başın, aşkın somut bir hâline büründüğü omuzların karşısında donakalmıştım. Kendisinin sebep olduğu bu çılgınlığı fark eden ve pişmanlık dolu gözyaşlarında sonsuz bir hayranlık beslendiğini sezen bir kadının bağışlaması karşısında, saldırıya uğramış bir iffetin yüzüne yaydığı kızarmayı utancı görebiliyordum. Bir kraliçe edasıyla uzaklaştı oradan. Ne komik bir durumda olduğumu işte o zaman anladım; Savoie’nın maymunu gibi giyindiğimi fark ettim, utandım kendimden. Donakalmıştım. Az önce aşırmış olduğum elmanın tadını çıkararak, dudaklarımda henüz içime çektiğim o kanın sıcaklığını muhafaza ederek, hiçbir pişmanlık duymadan göklerden inen bu kadının uzaklaşmasını izledim. Yüreğimin şiddetli hummasının ilk ihtiras darbesiyle vurulmuş bir hâlde, gitgide tenhalaşan şölende dolandım durdum ama bulamadım o meçhul kadını. Artık bambaşka biri olmuştum, evime gittim ve yatağıma yattım.
Yeni bir ruh, rengârenk kanatlı bir ruh kozasından dışarı çıkmıştı artık. Masmavi bozkırdan düşen o çocukluk aşkım, sevgili yıldızım, aydınlığından, ışıltısından ve esintisinden hiçbir şey yitirmeden bir kadının bedeninde hayat bulmuştu. Henüz aşkın ne olduğunu bilmeden sevmiştim. İnsanın içindeki bu en yoğun duygunun ilk defa gün yüzüne çıkması ne de tuhaftı. Her ne kadar önceleri, teyzemin evinde bazı güzel kadınlarla rastlaşsam da hiçbiri, dün yaşadığım duygunun yarısını bile hissettirmemişti bana. Yoksa yıldızların birbirine kavuştuğu, bütün koşulların bir araya geldiği, şehvetin tüm cinselliği sardığı o anda tek bir tutkuyu ortaya çıkarmak için bütün kadınlar arasından yalnızca tek bir kadının olduğu özel bir an mı vardı acaba? Sevdiğim kadının, burada Touraine’de yaşadığını düşünüyor, soluduğum havayı büyük bir keyifle içime çekiyordum, göğün maviliğinde daha önce hiç görmediğim bir rengi buluyordum. Ruhum bulutlar üzerinde dans ediyor olsa da ciddi bir hastalığın pençesindeymişim gibi gözüküyordum. Öyle ki annem, pişmanlıkla karışık bir endişe tufanına kapıldı. Onları bekleyen kötülüğü önceden sezen hayvanlar gibi, bana ait olmayan o öpücüğü düşlemek için bahçenin bir köşesinde çömeldim. Aklıma mıh gibi kazınan bu balodan sonraki günlerde, artık kitap okumayışım, annemin sert bakışlarına ve alaycı söylemlerine karşı kayıtsız kalışım ve kasvetli tavrım benim yaşımdaki gençlerde rastlanan tabii bunalımlardan biri olarak yorumlandı annem tarafından. Daha sonraları hekimlerin hakkında tek bir söz edemediği lakin hastalıkların en önemli devası olan kır yaşamının bana iyi geleceği kanısına varıldı. Annem birkaç