“Bu sabah nasılsınız Sayın Kont?”
Kendisine böyle seslenildiğini sık sık duymuyormuş gibi mutlu bir ifadeyle baktı bana.
“İyiyim.” dedi. “Görüyorum da kırları bu sıcakta gezecek kadar seviyorsunuz!”
“Ne de olsa beni buraya hava almam için gönderdiler, öyle değil mi?”
“Eh, madem öyle benimle gelip çavdarın nasıl biçildiğini görmek ister misiniz?”
“Memnuniyetle.” dedim. “Fakat itiraf etmeliyim ki ben ne çavdarı buğdaydan, ne kavağı titrek kavaktan ayırt edebilirim; ekim ya da toprağı işlemenin farklı işlemlerini hiç bilmem.”
“İyi ya işte, gelin.” dedi neşeli bir hareketle arkasını dönerken. “Yukarıdaki küçük kapıdan girin.”
O, çitin içinde ben dışında, öylece yürümeye başladık.
“Mösyö de Chessel yanında hiçbir şey öğrenemezdiniz.” dedi. “Kendisi, kâhyasının hesaplarını denetlemekten başka hiçbir işle uğraşmayacak kadar soylu bir beyefendidir.”
Avlularını ve binalarını, hobi bahçelerini, meyveliklerini ve bostanlarını gösterdi bana. En sonunda ise beni nehrin kenarında akasyalar ve Japon ağaçlarıyla dolu uzun bir yola götürdü; orada, yolun diğer tarafında çocuklarıyla ilgilenen Madam de Mortsauf’un bir bankın üzerinde oturduğunu gördüm. Ne güzel görünürdü bir kadın o titreyen yaprakların altında! Belki de gösterdiğim bu safça acelemden dolayı şaşırmıştı ama yanına gideceğimizi bildiği için hiç istifini bozmadı. Kont, oradan geçerken daha önce geçtiğimiz yüksekliklerden tamamıyla ayrı bir manzara sunan vadiyi izletti. Orada İsviçre’nin minik bir köşesinde hissedebilirdiniz kendinizi. Indre’e karışan derelerin aktığı çayır, tüm enginliğiyle uzanıyor ve ilerideki buğular arasında gözden kayboluyordu. Montbazon tarafında göz alabildiğine yeşil bir alan uzanıyordu ve diğer taraftaki yollar tepelerle, ağaçlarla, kayalıklarla çevreleniyordu. Madam de Mortsauf’u selamlamak için ona doğru yaklaştığımız sırada Madeleine’e okuttuğu kitabı birden yere bıraktı ve sarsılarak öksüren Jacques’ı dizlerinin arasına aldı.
“Ne oldu? Neyi var?” diye sordu Kont beti benzi atmış bir şekilde.
“Boğazı ağrıyor.” diye yanıtladı beni görmemiş gibi davranan anne. “Yakında geçer.”
Çocuğun hem kafasını tutuyor hem sırtını sıvazlıyordu, bu zavallı güçsüz yaratığa hayat veren iki ışıltı yayılıyordu gözlerinden.
“İnanılır gibi değil bu tedbirsizliğiniz!” dedi Kont sert bir ifade ile. “Çocuğu nehrin soğukluğuna maruz bırakıyor, yetmezmiş gibi bir de taştan bir banka oturtuyorsunuz.”
“Ama babacığım bank ateş gibi!” diye haykırdı Madeleine.
“Yukarıda sıcaktan bunalmışlardı.” dedi Kontes.
“Kadınlar her zaman haklı çıkmak ister!” dedi Kont bana bakarak.
Bakışlarımla onu onaylamak ya da kınamaktan kaçınmak adına boğazının ağrıdığından şikâyet eden ve annesinin götürmek üzere hazırlandığı Jacques’ı izliyordum. Yanımızdan ayrılmadan önce kocasının şu sözlerini de işitti:
“Dünyaya böyle sağlıksız çocuklar getiren kimse, onlara bakmasını da bilmeli!”
Her bir kelimesinden haksızlık akıyordu bu cümlenin ama Kont’un haysiyeti, suçu karısına yükleyerek kendisini haklı çıkarmaya itiyordu. Kontes yokuşlardan, merdivenlerden uçar gibi çıktı. Camlı kapıdan içeri girdiğinde gözden kaybolduğunu gördüm. Banka oturan Mösyö de Mortsauf başını öne eğmişti, ne benimle konuşuyor ne bana bakıyordu. Aklımda güzel hatıralar bırakacağını düşündüğüm bu yürüyüşe veda etmem gerekiyordu. Hayatımda bundan daha korkunç bir çeyrek saat geçirdiğimi anımsamıyorum. Kendi kendime “Gitsem mi, kalsam mı?” diye sorarken boncuk boncuk terliyordum. Jacques’ın nasıl olduğunu sormayı unutacak kadar kim bilir ne kederli düşüncelere dalmıştı. Birden ayağa kalktı ve bana doğru yaklaştı. Arkamıza dönüp şirin vadiye bakmaya koyulduk.
“Gezintimizi başka bir güne bırakalım, Sayın Kont.” dedim tatlılıkla.
“Çıkalım!” diye yanıtladı. “Bu çocuğu yaşatmak için kendi canımı vermeye hazır olan ben, ne yazık ki böyle sahnelere alıştım.”
“Jacques daha iyi, şimdi uyuyor dostum.” dedi altından bir ses. Madam de Mortsauf ne bir hınç ne bir öfke duygusunu barındırıyordu yanımıza geldi ve az önceki selamıma karşılık verdi. “Clochegourde’u sevdiğinizi görmek ne mutluluk.” dedi bana.
“Sevgilim, atıma atlayıp Mösyö Deslandes’ı çağırmamı ister misiniz?” dedi Kont, kendini bağışlatma arzusunu belli ederek.
“Hiç merak etmeyin, Jacques dün gece hiç uyumadı. Hepsi bu. Sinirleri çok hassas, kötü bir rüya görmüş. Onu uyutabilmek için sabaha kadar masal anlatıp durdum. Öksürüğü tamamen sinirsel, bir pastille yatıştırdım onu ve ardından uykuya daldı.”
“Zavallı kadın!” dedi Kont, karısının ellerini ellerinin arasına alıp ona buğulu gözlerle bakarak. “Hiçbirini bilmiyordum.”
“Ceviz kabuğunu doldurmayacak şeyler için neden endişeleniyorsunuz? Gidip çavdarlarınızla ilgilenin. Biliyorsunuz, siz orada olmadığınızda ortakçılar ekin demetleri kaldırılmadan başka kadın, başak toplayıcıların tarlaya girmesine müsaade ediyor.”
“İlk tarım dersimi alacağım Madam!” dedim.
“Güvenilir ellerdesiniz.” dedi, ağzı kulaklarına varan Kont’u göstererek.
O geceyi, büyük sıkıntılar içinde geçirdiğini ve oğlunun kuşpalazına yakalanmasından korktuğunu ancak iki ay sonra öğrendim. Bense aynı gece o kayığın içinde aşk düşüncelerine dalmış hafifçe sallanırken mum ışığının aydınlattığı o ölümcül belirtilerle kırışmış olan alnını penceresinden izlediğimi fark edeceğini