Burada Makedonyalı ve Türkiye’den gelen eleman ve personelle tanıştım. Güzel ve samimi bir sohbet ortamı içerisinde yemeklerimizi yedik. Yemekte meşhur güveçte fasulyenin yanında, yine meşhur olduğu söylenen köftesi ile karnımızı doyurduk.
Daha sonra Makedonya’nın bize göre fazla yemek çeşitleri bulunmadığını da öğrendim. Uzun yemek masasında sadece yapılan sohbetleri dinledim. Yemekte bulunanları fazla tanımadığım için bu sohbetlere katılma imkânım da olmadı ne yazık ki. O meşhur köftesinden sonra Triçelli adı verilen hafif bir tatlısını tadarak yemekten kalktık.
Fatih Köprüsü ve Vardar
Düştüm yola gizden gizlenerek Dumana toz dağıldı yarıldı toprak, çatladı nar… Yosunlar sarılır ayaklarına köprünün Yaralara dolanır yazmalar, al bağlanır Hasretken güneşe karanlıklar izbe Kapılara açılacak bağlar, umut zerrelere…
Tarihte kalmakla birlikte hala tarihi kucaklayan, özellikle 20.yüzyıl içerisinde elden ele geçen şehir Üsküp. Aynı zamanda kaderi Osmanlının da, dolayısıyla Türk Milletinin de kaderi olan Üsküp. Tarihi ve sosyal yapısı ile birçok yüzü olan Üsküp, belki her bir semtine ayrı bir gözle bakılıp ayrı ayrı yazılması gereken bir şehir. Camileri, hanları hamamları, minareleri, saat kulesi, velhasıl atalardan yadigâr kalan her ne var ise bir bir yazılmasında zenginlikler bulunabilecek, hisler çıkarılabilecek şehir. Lakin şehrin ortasından geçen Vardar Nehri’ne pas tutmayan mücevher bir gerdanlık gibi duran Fatih Köprüsü ayrıca yazılmaya değer. Yine dünden bugüne tarih gibi, zaman gibi akıp gelen ve akıp giden Vardar nehri de köprüden ayrı tutulamaz. Çünkü asırlık geçmişe de, dünde kalmış yaşanmışlıklara da ve zamanımıza da şahit olmuştur hep. Çoğu defa acılara, belki bazen de aşklara kıyılarında, kenarlarında, üzerindeki olaylara şahitlik yapan, iki tarihi unsur; Fatih Köprüsü ve Vardar…
Ne tarih ne de türküler Vardar’sız olmamış, olamamıştır. Şair Fahri Ali’nin “Kaybolmayan Şehir” şiirinin bir mısraında belirttiği gibi; Vardar ki akar tarihe şırıl şırıl/ Şeyh Sadettin türküleri pırıl pırıl.
Ölümleri kalımları da, mertçe mücadeleleri, namertçe saldırıları da gören Vardar… Yanan, yakılan türkülere nakarat olup onları şırıltılarına, coşkunluklarına katan Vardar. Ağlayan Vardar, gülen Vardar… Adı Türkçe olan Vardar, Türk’ten kalan, kalabilen tarihin damgalarına selamlar vererek akmış, halâ bu hasretle akar. Şahit olduklarınla, şahit olacaklarınla daha nice zamanlar akacak, nice coşacaksın kim bilir?
Üzerinden atalarımızın nal sesleriyle geçtiği, Vardar türküleriyle yol aldığı Fatih Köprüsü şimdilerde etrafındaki yükseltilere ve ucubelere hiç aldırmadan dimdik, tarihi ihtişamı ile duruyor. Şehrin tarihten gelen güler yüzü, şehre gelenlerin ilk uğrak yeri. Üsküp’ün giriş ve çıkışlarıyla hem karşılayan hem de uğurlayan Vardar, şehirle birlikte yaşıyor, şehirle birlikte yürüyor, şehirle birlikte akıyor. Geçtiği yerlere can ve canlılık, ona bakan gözlere de bir yakınlık duygusu katıyor. Üsküp’le zamanı kucaklayarak şehrin içinde, zamanla yanyana akıp gidiyor. Öyle ki bazen sessiz akışında, bazen coşmasında, köprünün altından geçerken şırıl şırıl kulağa gelen nağmelerinde, her kıvrılışında, kıvrıldıkça ışıldayışında büyük ve müjdeli bir beklentinin mesajlarını vermek ister gibidir.
Bütün ihtişamı ile duran Fatih Köprüsü, varlığını kapatmak istercesine iki tarafına yapılan köprü müsveddelerini kıskanmak yerine, onlara bıyık altı bir tebessüm gönderiyor sadece. Çünkü her iki tarafında da yapılan yapılar kuklalar gibi komik görünüyor. Cücelerin devlik taslaması gibi… Bunlar iğreti ve çirkin bir yama görüntüsünden ileri gidemiyor. Bunlar görgüsüzlüğün, sığlığın bir başka yüzü olarak da gözlere batıyor. Belki de başka niyetlerin, arzuların, hedeflerin…
Oysa kim bilir asırlar önce üzerinden salına salına geçenler Vardar’a bakıp neler söylemişler, kim bilir hangi duygular içinde olmuşlardır? Kimleri kızdırmış, kimleri güldürmüş, kimleri ondurmuştur? Sevdalar da, sedalar da köprüden Vardar’a karışıp gitmiş midir? Yoksa kimileri kirlerini yıkamış, kimileri yangınlarını mı söndürmüştür? Bu soruların cevapları şimdilerde meçhul gibidir.
Vardar şairlere de ilham olmuş. Onları bazen sevindirmiş, bazen öfkelendirmiştir. Nitekim bu topraklarda, Balkanlarda doğmuş olan İstiklal Marşımızın şairi bu nehre tarihi ve tarihteki acı gerçekleri de yüzüne vurarak şöyle seslenmiştir:
Şişip şişip gidiyorsun, değil mi, ey Vardar?
Ya boğduğun kadının, erkeğin hesabı mı var!
Mehmet Akif, Vardar’a bu sorularını sorarken acaba neyi ya da neleri, bu topraklarda yaşanan hangi acı sayfaları hatırlatmak istiyordu? Bu noktada da biraz durup düşünmek gerekiyor elbette. Burada boğulan insan ama boğanlar da insansa Vardar’a günahları yüklemek ne kadar yerinde olabilir?
Vardar’ın bazen hemen ilerisine büyük bir gemi maketi konmuş olan aktığı yöne, bazen de etrafını binaların kapladığı geldiği yöne baktım uzun uzun. Fatih köprüsünün üzerinden, bir ara sökülüp Vardar’a atıldıktan sonra tekrar yerine konan namazgâhın yanından bu nehre bakarken hepsi de tarihle içiçe binbir hayaller gelip geçti düşüncelerimden. Daha doğrusu tarihten ve tabiattan zihnime benzer birçok esintiler geldi. Gülenlerle gülmeyi, ölenlerle ölmeyi denedim. Üzüldüm, sevindim, coştum. Köprü üzerinden geçen sipahilerin atlarının çıkardığı nal seslerine karıştım. Hatta hayal atına binip onlarla yarıştım. Yani belki birçoklarının geçtiği gibi gelip geçemedim köprünün üstünden. Yahut Vardar’a şöyle bir bakıp yoluma devam edemedim. Ara sıra tarihe daldım, tarihle baktım.
Öyle ya bir başka açıdan da Vardar’a niçin bakılmasındı? Çünkü Vardar sadece tarihte var olmadı. Var olup kaybolmadı. Bazen suları azalsa da, bazen yatağına sığmayıp taşsa da o hep Vardar olarak var oldu, var olmakta devam etmektedir. Zamanımızda da bütün varlığı ile kıvrılarak geçtiği yerlere canlar katma sevdasında. Yeşillikler hem peşinden, hem önünden, hem de yanlarından onu takip ederek gitmektedir. Akan suyun çıkardığı şırıltısı kaç kişiye hangi duyguları ve türküleri çağrıştırmıştır? Kimler, hangi kıyısında nasıl sevdalanmıştır? Türk’ü çağıran türküler ardından kimleri, niçin çağırmıştır? Gelmiş midir, gülmüş müdür bilinmez. Çünkü bu ve benzeri sorulara aranacak cevaplarda yollar bulanık, biraz da tarihin örtüleriyle kapalı gibidir. Bu örtüleri ancak hep güçlü eller çekip açmış, gerisine sadece seyretmek kalmıştır. Zaten Vardar da şaşkındır sık sık el değiştirmelere. Yeni yüzlere, yeni davranışlara. Köprü şaşkındır etrafını saran heykellere. Altı asra yaklaşan Türkçe adı ve kimliğiyle yaşamış olduğunu unutturma çabalarına da şaşırmaktadır. Fakat Türk’ün elinde bulunduğu zamanlarını Fatih Köprüsüne bakarak hep hasretle, şu Temmuz ayında da hararetle yâd etmektedir. Belli ki huzurlu asırların özlemlerini hiç unutmamış, eski bir sevda gibi şahitliğinde saklamıştır.
Ah Üsküp! Ah Vardar!
Dağlardan, bayırlardan geçip gelerek içine uğradığın bu şehirde Fatih