Şehre girişte olağanüstü herhangi bir şeye rastlamadım. İlk intiba olarak herhangi bir şehre girişte herhangi bir şehirde gördüklerimize benzer görüntüler vardı. Bir iki katlı binalar, bir iki benzin istasyonu, biraz daha ilerledikçe yolun iki tarafını kaplayan ağaçlar… Fakat giriş yolundan tam ileride yemyeşil görünen şehre hâkim bir tepeye (Vodno) baktığımda ışıklandırılmış devasa bir Haç dikkatimi çekti. Sanki özellikle girişte görünecek şekilde planlanmış gibiydi. Ancak daha sonra şehrin içerisinde dolaşırken haçın her açıdan ve yerden görünmesi düşüncelerimi ve duygularımı daha farklı şekillerde oluşturdu. İster istemez kendi kendime, ‘Üsküp! Galiba sen bendesin ama ben sende değil gibiyim’ diye düşündüm. Ama daha şehri tanımadan gereksiz peşin yargı ve duygulardan da uzaklaşma niyetiyle bu düşüncelerimi zihnimden kovmaya çalıştım. Çünkü bir şehri tanımanın öyle ilk intiba ile mümkün olamayacağını içimde taşıyordum. Güzel beklentilerim ve zengin umutlarım biraz da okuduklarımdan kaynaklanıyordu. Hatta şair Yahya Kemal’in şairce duygularından, şiirlerinden ve hatıralarından da etkilendiğimi söyleyebilirim. Daha başta bunların, zihnimde kalmış güzelliklerin gölgelenmesini istemedim.
Heyecanımı kaybetmeden geçtiğimiz cadde ve sokakları daha bir dikkatle seyretmeye başladım. Caddeleri, sokakları bizim çoğu küçük şehrimize göre tenha bile sayılabilirdi. Tek tük arabalar geçiyor, kaldırımlarda tek tük yayalar yürüyordu.
Üsküp’te ilk durduğumuz yer bir alışveriş merkeziydi. Dışarıdan baktığımda herhangi bir alışveriş merkeziydi işte. İlk bakışta herhangi farklı bir özelliği olduğu da söylenemezdi. Sıcaktan bunalmış olarak içeri girdik. Bizim ülkemizdeki bazı küçük alışveriş merkezlerine çok benziyordu. Hatta bilinen bazı markaların mağazaları burada da yerini almış, sanki küresel kapitalizmin uç beylikleri gibi buraya da konumlanmışlardı. Adı “İstanbul” olan yiyecek kısmının tam karşısına oturduk. Üsküp’ün çok meşhur olduğu söylenen çanakta kuru fasulyesinin yanında bazı yiyecekler ısmarladık. Karnımızı doyurduk. Yorulduğumuzu o zaman daha iyi anladım. Pek hoş olmayan, daha doğrusu ülkemizdeki tadı bulamadığımız çayımızı içerek kalktık.
Üsküp’ün bazı cadde ve sokaklarından geçerek, buraları merakla seyrederek, oğlumun kaldığı eve geldik. Üsküp’te gördüğüm bu eski binalar biraz tuhafıma gitti. Yapılarıyla, yanaşık ve içiçe düzenleriyle –düzensizlikleriyle desem daha doğru olacak herhalde- , köhnemiş, kirlenmiş sıvalarıyla göze hiç hoş görünmüyorlardı. Ne eski Osmanlı evlerine benziyor ne de yeni yapılan apartmanlara. Bu tuhaf binaların neden böyle olduğunu sorduğumda oğlum buraların Tito Yugoslavya’sı döneminde yapılmış olduğunu açıkladı. Oğlumun da kaldığı –fakat bir iki gün sonra taşındığı- bu evlerden birine girdik. Geniş bir salon, bir oda, bir mutfak. Tavan alabildiğine yüksek. İnsan kendisini bir kuyunun içine girmiş gibi hissediyor. En azından ben böyle hissettim. Neyse burada oturup biraz dinlendik. Yol yorgunluğumuzu atmaya çalıştık.
Benim merakım ağır bastığı için evde fazla oturmadık. Öyle ya, buraya gezmeye gelmemiş miydik? Akşamüzeri şehri dolaşmaya çıktık. Gündüze göre hafif bir serinlik hissediliyordu. Gece olmasına rağmen şehrin gezdiğimiz caddeleri, sokakları cıvıl cıvıldı. Hatta konuşmalar arasında kulağıma Türkçe sözcükler de geliyordu. Bir yabancı yerde Türkçe sözcükleri duymaktan dolayı hoş duygular hissettim. Daha Türkiye’den ayrılmadığım gibi bir duyguya da kapıldım.
Türk çarşısı, Türk pazarı denilen yerler daha çok bizim bazı şehirlerimizdeki yerleri hatırlatıyordu. Bir ara kendimi, ne bileyim ya Ankara’nın Saman Pazarı’nda, Tokat’ın bakırcılar çarşısında ya da İstanbul’un Mahmut Paşa’sının bir sokağında gezer gibi hissettim. Yabancı bir ülkedeydim ama buraya ‘yabancı bir şehir’ demek bana çok tuhaf geliyordu. Bu duygular beni Üküp’e giderek ısındırmaya başladı. Elbette bu gerçeği yaşamaktan da çok memnundum. Kaybedilen bu şehre zoraki ve iğreti damgalar vurulmaya, tarihimizin mühürleri olan eserler yıkılmaya ya da yanlarına dikilen yeni ucubelerle gizlenmeye çalışılsa da bu şehir hala ‘bizim şehir’ olarak şahsen bana gülümsüyordu. Çünkü köprüsü, hanları, hamamları, camileriyle gördüğüm kadarıyla tarihten mesajlar yollamaya da devam ediyordu. Tekrar yorulmaya başladığımızda, bu günlük bu kadar diyerek, dinlenmeye çekildik.
30 Haziran 2017, Perşembe günü sabah biraz geç kalktık. Uzun bir yoldan gelmenin yorgunluğunu daha üzerimizden atamamıştık. Gece şehri pek gezemediğimizden dolayı sabah uyandığımda hemen bunu telafi etmemiz gerektiğini düşündüm. Alelacele hafif bir kahvaltı yapıp, dışarı çıkmak için hazırlandık.
Bastırmış olan aşırı sıcaklığa da aldırmayarak yine dışarı çıktığımızda Üsküp gündüz gözüyle daha bir şirin görünmeye başladı gözüme. Sokakları ve caddeleri, insanları, renkleri ve canlılıklarıyla daha iyi seçiliyordu. Kalesine uzaktan bakarken, ilerilerde minarelerin görünmesi de ülkemden bir manzaraymış gibi geldi bana.
Öğle üzeri geldiğimizi haber vermek ve adresimizi bildirmek üzere polis karakoluna uğradık. YETKM‘de (Yunus Emre Türk Kültür Merkezi) çalışan ve ülkemizde komşum olan bir arkadaşımın çocukları da o gün Türkiye’den gelmişlerdi. Karakolda adının Muhammet olduğunu söyleyen ve Türkçe konuşan genç bir polis Makedonca yazılmış olan formları doldurmada bize yardımcı oldu. Güleryüzle ve aynı zamanda bir saygı gösterisi ile bizi uğurladı. Resmi işlemleri tamamladıktan sonra akşam yemekte buluşmak üzere arkadaşım ve ailesinden ayrıldık.
Biz buraya gezmeye gelmiştik ve geçen her zamanımızı iyi değerlendirmek istiyorduk. Bunun için resmi işlerimizden sonra şehri gezmeye devam ettik. Şehrin Meydan denilen yerine geldik. İlk dikkatimi çeken de şehir merkezindeki heykeller oldu. Çünkü sanmıyorum ki hiçbir şehrin meydanında bu kadar çok sayıda irili ufaklı heykeller bulunsun. Sanata ve sanat eserlerine eyvallah. Ancak insanların gözlerine sokulur gibi her tarafta olması doğrusu çok garibime gitti. İşte o zaman Üsküp ilk defa bana gerçekten yabancı bir diyar, adı Taş Köprü olarak anılan Fatih Köprüsü de olmasa sanki bizden hiç iz taşımayan bir yer gibi geldi. Zoraki serpiştirilmiş, sanki yerin altından birden çıkmış gibi meydanda yer alan heykellerle ne yapılmak istendiğini doğrusu pek anlayamadım. Küçük makinemle şehir meydanından bazı fotoğraflar çekmeye çalıştım. Fatih Köprüsünün de bulunduğu meydanın her tarafı heykellerle kuşatılmış gibiydi. İlk defa heykellerin her birini ayrı ayrı incelemenin sayılarından dolayı mümkün olmadığını anladım. Aldığım bilgiye göre bu heykellerin çoğu Osmanlı’nın son dönemlerinde isyan eden, onlara göre elbette kahraman olan kişilere aitmiş. Daha 2010 yılından sonra yapılan bu heykeller, bir Makedon kahramanlığı ve tarihi yaratma yolunda atılan adımların gösteri alanına taşmış işaretleri gibiydi.
Fatih Köprüsünün her iki tarafına, yaklaşık yüz metre uzaklıkta yeni yapılmış ikişer köprü dikkatimi çekti. Vardar nehri, sırayla dizilmiş bu köprülerin altından geçiyordu. Sonradan iğreti bir şekilde eklenen bu köprülere ne gerek varsa acaba, diye düşünüyordum. Yanımda bulunan Üsküp’lü Türk, bunların Osmanlı izlerini bastırmak, yok saymak amacıyla yapıldığı yorumunu yaptı. Hatta biraz ileriyi işaret ederek, burada bir zamanlar bir camii bulunduğunu, ancak bir depremde hasar gördüğü bahane edilerek yıkıldığını söyledi. Bu köprülerden birini merak edip üzerinden geçerken korkulukların her iki tarafının yine heykellerle kaplandığını gördüm. Bunlar da güya Makedon tarihinde yer almış olan düşünce ve bilim adamlarıymış.
Akşama, gerçekten bizden izler taşımaya devam eden eski Türk çarşısında yemeğe davetliydik.