Bahçe içinde, panjurları yeşil boyalı, iki katlı, dış görünüşü bayağı eski bir evdi. Ama evin eskiliğini düşünen kim, o anda bir yatak olsa yeterdi bana. Ben bunları düşünürken, babamların aile dostları çaldı kapıyı. O zamanlar kimsede telefon olmadığından “Geldiler mi acaba?” diye merak edip bakmaya gelmişler. Kısa bir hoş beşten sonra annem bana yatağı gösterip “Senin çok uykun var, hadi sen yat uyu.” dedi. Zaten kimseyi tanımıyordum, seve seve gittim yattım. Gözlerimden uyku akıyordu. Ben yorganı kafama kadar çeker öyle uyurdum. Yine öyle yaptım…
Bir ara uykum açıldı, etrafımı araştırır gözlerle süzerken tepemde bir sivrisineğin manevralar yaptığını fark ettim. Gittikçe bana doğru yaklaşıyor, yaklaştıkça büyüyordu. Etrafımda dolanmaya başladı. O kadar yaklaştı ki nerdeyse nefes alışını bile duyacak gibiydim. Elimi, kolumu ona engel olabilecekmişim gibi sallamaya başladım. Bana mısın demiyor, başımda fırfır dönüyordu. Her ne kadar yorganı iyice kafama kadar çekmiş olsam da vızıltısı şimdi de sanki saçlarımın arasındaymış gibi kulaklarımda çınlıyordu Deli gibi kulağımın arkasına düşen saçlarımı üstüne bastıra bastıra karıştırmaya başladım. Bir süre sesi kesiliyor, “Oh, sonunda bitti!” dediğim anda yine başlıyordu. Ben uyumak istiyordum… Ama tepemde dönüp dolaşan sivrisinek sayesinde bu hiç de mümkün görünmüyordu. Annem, babam da ortalıkta yoktu. Kalktım, kapıyı açarak dışarı çıktım. Yol boyunca yürümeye başladım, evimiz ana caddeye yakın, etrafında çeşitli mağazaların, alışveriş yerlerinin olduğu bir meydanlıktaydı. Vitrinlere baka baka ilerlerken, köşedeki vitrinde ilâç paketleri, malzemeler dolu bir dükkân dikkatimi çekti. Elimle cebimi yokladım. Babamın yolculuk sırasında lazım olur diye verdiği paralar duruyordu. Fazla düşünmeden içeri girdim. İçerde biri bayan, üç eczacıdan başka kimse yoktu. Açılan kapının çıkardığı ses ile gözlerini kapıya, bana doğru çevirdiler. Yüzünde ilk tebessümü gördüğüm bayana doğru yaklaştım.
“İyi günler!” dedim. Eczacı şaşırır bir halde baktı ve gülümsedi. O da bir şeyler söyledi ama ben ne dediğini anlamadım. Bu defa:
“Merhaba, kolay gelsin!” dedim. Eczacı yine bir şeyler söylüyordu ama yine anlamıyordum.
“Şey!” dedim ve kaldım öylece. Utandım. Soğuk soğuk terlemeye başladım. Sağıma, soluma “Ne oluyor?” diye baktım. Bizim dilimiz Türkçe değil mi, bunlar beni neden anlamıyorlar, hem neden Türkçe konuşmuyorlar diye düşünürken diğer eczacının arkadan İngilizce olarak “Size yardım edebilir miyim?” dediğini duydum. Tam “Oh be, sonunda anlayabildim.” diye düşünürken kafamda başka bir soru belirdi. Ortaokulda öğrendiğim İngilizce sayesinde bu kadarını anlayabilmiştim ama ben şimdi ona başımın bir sivrisinekle belâda olduğunu nasıl anlatacaktım? Bir taraftan ellerimi kollarımı kanat çırpar gibi sallarken aklıma gelen İngilizce küçük, siyah, uçmak vb. gibi kelimeleri sıraladım. Başka kimse de yoktu etrafta, bu kadar insan nereye gitmişti? Çaresiz eczacı bana, ben eczacıya bakışıyorduk. Sonunda aklına bir şey gelmiş gibi bana “Gel!” işareti yaptı. Arka sırada raflarla dolu bir bölüme götürdü beni ve “Bak!” dedi. İşte oradaydı. Büyük bir sevinçle sinek ilâcını alıp eline verdim. Tam çıkmak için arkamı dönüyordum ki yüzüme damlayan sularla sıçradım. Babam elinde bir bardak su ile tepeme dikilmiş “Kalk bakalım uykucu! Saatlerdir uyuyorsun, annen yemek hazırladı, hadi gel de yemek yiyelim,” dedi.
O an anladım ki ben artık yurdumdan çok uzak bir yerdeydim. Ve bir kez daha anladım ki öğrendiğim hiçbir şey boşuna değildi. Nasıl zor durumda kalınca bildiğim tek yabancı kelimeler olan İngilizceye sığınmışsam, demek ki acil olarak geldiğim yerin dilini öğrenmem ve kendimi daha da geliştirmem gerekiyordu. Önce babamın vermiş olduğu Türkçe Almanca sözlüğü ile çalışmaya başladım. Çok geçmeden de dil kurslarına katıldım.
(Avrasya Akademi Online Kuray Hikâye Atölyesi, Mart 2020)
ÖNCE CAN
Akşamdan masanın üstüne koyduğum su bardağından birkaç yudum su içerek, bardağın yanında duran cep telefonuna uzandım. İnternetten yaşadığımız bölgenin gündem haberlerine baktım. Yine canım sıkıldı.
Dünyanın birçok ülkesinde olduğu gibi bizim yaşadığımız ülkede de zor günler yaşanıyordu. Her gün ayrı bir yasakla uyanıyor olmak, arkasından “Yarın acaba ne olacak?” sorusunu getiriyordu. Kimse ne olacağını kestiremiyordu. Çünkü adına “Korona Virüsü” denilen bir salgın, sanki tüm dünyayı esir almıştı. Ne kadar tehlikeli olduğu ortadayken ne yazık ki büyük bir kesim tarafından hâlâ ciddiye alınmıyor gibiydi. Aradan geçen kısa bir zaman sonra görüldü ki bu virüs hiç de öyle küçümsenecek gibi değildi. Her ne kadar “Panik yapmayın!” denilmiş olsa da ortada bir panik havası görülüyordu. Birçoğu kendine göre gelecek senaryoları yazdığından alışveriş merkezlerine koşup erzak ve temizlik malzemeleri depolamaya başladı. Herkes tedirgindi, korkuyordu ve ilk önce ailesini düşünüyordu.
Hükümetten ilk önce okulların bir süre kapanacağı haberi geldi. Ülke çapında öncelikle tüm organizasyonlar iptal edildi. Gümrükler kapatıldı. Kalabalık grup faaliyetleri yasaklandı. İş yerleri her ne kadar tedbir almaya çalışsalar da bu yeterli gelmedi, salgın git gide büyümeye başladı. Merakla her gün yeni çıkacak yasaklara odaklanırken biz de iş yerimizde kendimizce tedbirler alıyorduk. Kapının girişine içeri giren herkesin kullanması için dezenfekte ilâcı koyduk. Ellerin sabunla sık sık yıkanması zaten herkesin bildiğiydi. Yabancıların içeri girmesini engelledik. Her odada birer kişinin çalışmasına özen gösterdik. Kalabalık bölümlerde çalışanların aralarında en az iki metre mesafe bırakmasını sağladık.
Dün, yani son iş günümüzde işyerimizin bir süre kapanacağı haberi ulaştı hepimize. Çok üzüldüm. “Beni bu kadar üzen ne?” diye kendime sorduğumda olayın ciddiyeti soğuk esen bir rüzgâr gibi suratıma çarptı. Daha önce de değişik salgınlar geçirmiştik ama hiçbiri işyerlerinin kapatılmasına sebep olmamıştı. Durum bu kadar vahimdi yani…
Ben telefonla son durumları muhasebecimize bildirirken Pazarlama Müdiremiz Simone, hızlı hızlı merdivenlerden iniyordu. Muhtemelen bize yeni haberler getiriyordu. O esnada bir gürültü oldu ve arkasından inleme ve ağlama sesi… Simone merdivenin alt basamaklarında acıyla kıvranıyor, ağlıyordu. Nasıl olduysa düşmüş, yuvarlanmıştı. Zaten zayıf ve narin olan vücudu yaşadığı şokun ve acının etkisi ile titriyordu. Hemen yanına koştum:
–İyi misin Simone? Bir şey oldu mu? Kalkabilecek misin, diye sordum.
O sadece;
–Düştüm, çok acıyor! Ayağımı hissetmiyorum, diyebildi.
Hıçkırıklarla sarsılıyordu. Ben ve Avusturyalı iş arkadaşım Daniel şirketin ilk yardım elemanıydık. Böyle durumlarda ilk müdahale bizden bekleniyordu. O esnada gelen Daniel’le birlikte Simone’yi hem sakinleştirmeye hem de ambulans çağırmak için ikna etmeye çalışıyorduk. O ambulansı, hastaneye götürülmeyi kesinlikle istemiyordu.
–Su ister misin? dedim.
–Hayır, diye cevap verdi.
Onu çok iyi tanıyordum, korkuyordu. İş yerinde kimseye bir şey olmasın diye her türlü tedbiri aldırtan, her gün herkese, “İyi misiniz?” diye soran oydu. Acıdan kıvrandığı halde kendisine virüs bulaşabilir korkusuyla hastaneye gitmeyi, herhangi birinden yardım almayı reddediyordu.
Daniel’e